Uzun bir bekleyişin ardında gözlerimi araladım. Karanlık bir tünelde, ayaklarından yakalan bir kurban gibi geriye doğru çekiliyordum. İçten gelen tiz çığlıklar; tekrar bana ulaşıp sanki başkasından çıkmışçasına beni korkutuyordu..
Çıkışa doğru yaklaştığımı fark ettim. Dışarıdan gelen hava sirkülâsyonu, ıslak bedenimde bir soğuma hissi yaratıyordu. Bir parlama oldu aniden. Çevrem karanlık atmosferden kurtulup, grimsi bir haleye bürünmüştü. Akabinde görüntü berraklaşmaya başlamıştı. Bir günahkâr doğuyordu…
O koca ellerin arasında, at yarağına konmuş kelebek gibi duruyordum. Çırılçıplaktım. Uzuvlarımı seçebiliyordum. Bu benim bedenimdi ve ruhumu; yerin kat-kat altındaki dehlizlere atmışçasına bedenime sıkıştırıvermişlerdi… Beni temizleyip annemin kolları arasına tutuşturuvermişlerdi… Annemin gözlerindeki sevinç yığınağı, benim üzerimde; yıkımın son gölgesi gibiydi… Ağlamalarım; bir gitar solosundaki gibi yırtıcıydı… Zamanla birlikte düşüncesel girdapların içerisine yok oluyorlardı.
Gün geldiğinde; ayaklarımın üzerine basar oldum ve düşüncelerim dev kelimelere ve cümlelere dönüşüyorlardı. Kimi zaman utanç kaynağım, kimi zamanda neşe kaynağım oluyordu bu kelimeler; ta ki kelimelerin, havada kaldığı zaman dek..
Farklı oyunlar kuruyordum ruhumun derinliklerinde; ne de olsa çocuktum. En azından fiziksel görüntüm itibariyle, modu yakından takip edebilmeliydim. Misketler, teneke kutular ve kırık dökük şeyler, ilgimi çekerdi. Oyunlarım onlar üzerine kuruluydu. Misketleri rasgele dağıtarak tek bir nesne altında toplamaya çalışıyordum. Nitekim teğetsel bir dokunuşu, asla gerçekleştiremiyordum. Tenekeler ve kırık dökük şeylerde ise; kazıyıp altında bir sır bulmak istercesine çaba sarf ediyordum.. Bütün işlerim bitince; bir fahişenin cinsel sömürü sonrasında kıytı köşeye atılması gibi savuruyordum…
Yavaş yavaş değişim başlıyordu sanki… Artık sesleri inceler olmuştum. Bir arabanın sesi, oynaşan veledi zinaların sesi, kavga edenlerin derinden gelen böğürtüleri, kimi zamanda birbirinin üzerine abanmış çiftlerin, o hayvansı iniltilerini tanıyabiliyordum ve bu sesler bende, farklı şekillere bürünüp, başka kavramları doğruyorlardı..
Ritimler devreye girmeye başlamıştı… Kimi zaman kısa bir ritim, sürekli bir şekilde fakat aksak bir seyirde, çınlıyordu... Seyirci pozisyonundaydım…
Derken o ritimlerin eşliğinde bu sefer dramatik bir tat bırakan, piyano vuruşları ortaya çıkıyordu. Sefaletin içerisine sürükleniyordum…
Ritimlere eşlik eden diğer melodiler eklenip, temayı oluşturduklarında, artık senfoni başlayabilirdi. Perde!!!
Tek Vuruş Senfonisi
Tek vuruş her şeyi betimliyordu sanki…
Ritim önemli değildi…
Vuruş… Sadece vuruş…
Ritim akıcıydı ama vuruş belirgin ve keskindi.
Tiz çığlıklar büyüleyiciydi ama dinleti bir zehir gibiydi…
Zamanla kanınıza karışıyor, tümüyle hapsediyordu…
Küçük baloncuk önünüzden geçiyor, tekrar gülümsüyor ve… bir sik gibi!!!.., önünüzde patlıyordu… Sonrasında kendini, tınılara bırakıyordu ve arta kalan parıltıları ile… Ufak bir zümre; vuruştan sonra, ritmiğe ayak uydurup gözlerinizin önünde dans ediyordu sanki… Ve sonrasında; tekrar büyük yıkım perdeleniyor, sahne tekrar kaldığı yerden devam ediyordu…
Bulunduğum taburede, bir oyana bir bu yana dönüp duruyordum, etrafı gözlemliyordum yine… Tıpış tıpış gothicam, brutalic hard çocuğum boy gösteriyorlardı yine… An olduğu yerde sekip duruyor; bir sonraki vuruşunu sergiliyordu sanki…
İhtiyar gözümün önünde, soluklaşıp tekrar canlanıveriyordu… Bir sıkım limonata kıvamında, tekrardan kıvam salıyordu sanki… Yitik; karartıdan ibaret lekeli geçmişi olan, O OroSPu ÇocuĞu gençliğin hatırına… Son sönük kıvılcımlarını saçıyordu… Tekrardan o kor ışığı bulmayacakçasına…
Kendi armonimi yakalamıştım, o, bu, söylevler, görüntüler vs. vs… İçe nüfuz etmiştim, bulunduğum konum daha da sıklaşıyordu.. Görüş mesafemde, yönümü bulmaya çalışıyordum… Evet, Doroti yanı başımda, yönlü yönsüz çığırtanlıkların ardında…
Son dinlediğim solo akıp götürmüştü beni; bir tımarhanedeydim, yitirdiğim son hücreleri gözlerimin önünde devşiriyordu… Arta kalan bir şeyi bulmak istercesine yere kapaklanıp, görüntüler ardından ayrıştırmaya çalışıyordum… Bir tutam geçti elime; savurdum, başka bir tutam geçti elime, öylece kalakaldım… Doroti’den kalmış bir tutam… İçerisinde çok büyük bir enerji yüklüydü… Savurdum. Yapıştı… Savurdum tekrardan yapıştı, savurdum savurdum… En sonunda terk etti… Arta kalanlar arasında savurmak istediğim şeyleri aradım durdum…ama pek şanslı sayılmazdım görünenler doğrultusunda.....
Annesinin kollarında sütsüz kalan körpeciği… Bütün açlığını gidersin diye, yeni fahişeler getirmiştim… Kollarında pış pışlanışını izledim. Doyduğunu fark ettikten sonra arkamı dönüp uzaklaştım… Defetmiştim artık; annesinin kollarında sütsüz kalan körpeciği… Uzun bir bekleyiş ardında tekrar yok oldum…
“ Doroti memnun ol, iyi bir ölümdü ““ ama memnun değilim ve artık burada değilim ve sende burada değilsin!!... “ kısa bir yolculuğa çıkacağım, uzaklarda olacağım… Sonrasında sahne kaldığı yerden devam edecek… Sıçırtkanlık en üst seviye ye ulaşacak… Azizler tepemizde dolaşıp, son kez haykırıp, yok olacağımız dair bir iz bırakacaklar belki de… Ama bu bizim için önemli olmayacak, çünkü biz zamanla tekrar tekrar ortaya çıkıp; görüntümüzü gün yüzüne çıkartıp ve soluklaştıracağız…
Tek vuruş her şeyi betimliyordu sanki…
Ritim önemli değildi…
Vuruş… Sadece vuruş…
Ritim akıcıydı ama vuruş belirgin ve keskindi.
Tiz çığlıklar büyüleyiciydi ama dinleti bir zehir gibiydi…
Zamanla kanınıza karışıyor, tümüyle hapsediyordu…
Outro
Diğer gecelerden biraz daha farklı geceydi bu gece… Sakin bir geceydi ve ben balkon oturup zıkkımlanıyordum… Rüzgâr esiyordu ve soğuk bir biranın verdiği hisse eşdeğer kıvamda; rüzgâr tenimi yalıyordu, saçlarımı okşuyordu… Viranelerde birbirinden farklı trajedilere tanık oluyordum… Ama bu sefer tanık olduğum trajedi sanırım benimkisiydi… Bu Senfonide farklılık olduğunu hissediyordum, çünkü ruh bedenden ayrılabilme arzusu ile yanıp tutuşuyordu…
Balkondaki yerim, eşsizdi, düşesler bana eşlik etmekteydiler… Biricik fahişelerim... ikisi boylu boyuna sızmışlardı, her yanı pislik içerisinde olan yatağıma ve sıçanlar kol geziyordu etraflarında... Onları geride bir yerlerde bıraktığım için; senfonin için hazırlanabilirdim…
Karşımdaki binayı seyrediyordum. Balkondaki sağanlıktan ilk önce alt katında yer alan fahişelerin müşterilerini içeriye alınırken olan dialoglarına tanık oluyordum… Küfürler havada uçuşuyordu. Fakat pazarlık yerini bulduğunda; yavşak yavşak konuşmalara yerini devrediyordu… nasıl katlanabiliyorlardı bu kadınlar, bu hayvanlıklara!!! Yokluktu sanırım yokluktu… Senfoni başlangıcını göstermeye başlamıştı. Kemanlarla açılış başlamıştı, arkasından çello- viyolonseller eşlik etmekteydiler ve kontra bass son noktayı koyuyordu…
İkinci katta gözüm ilişti ardından. Güney doğulu çocuklardan oluşan bir bekâr eviydi. Günün hâsılatı aralarında paylaşmaya çalışıyorlardı ama nitekim evin içerisinde duvarlarda birbirlerini tartaklıyorlardı. Aralarındaki mevzuları halledip, ellerine bağlamayı tutuşturup türkülerle mezelendiriyorlardı gecelerini… Tadını çıkartın sefalettin göz bebekleri… Ve bu kata ulaştığımda gözlerim ve düşüncelerim senfoni, farklı bir akıntıya sürükledi. Bir önceki enstrümanlara yenileri eklenip, senfoni daha da iç karartıcı hale doğru sürükleniyordu.
Üçüncü katta ise 30’lu yaşlarını aşmış, ayyaş takımı yer alıyordu. Kadınlı erkekli muhabbettin amına koyuyorlardı sanki… Bazen neşeleri yerinde, birkaç alıntı ve ya kendi aforizmalarını söylüyorlardı ve mahallede yankılanıyordu. Uç, sınır yoktu onlar için kendi dünyalarında, saltolarını kuvvetlice atıyorlardı. Topluma karşı olan anarşist yapıları, kendi aralarında söz konusu değildi, her ne kadar toplumun bir parçası oldukları halde… kendi aralarındaki duyarlılık veya kayıtsızlıkları, kıvamını yakalıyordu ve senfoniye etkilerini gösteriyorlardı. Artık senfoni onlar ruh haline bürünmüştü ve üflemeli çalgılar devreye girmişti. Ve melodiler kimi zaman coşkuyla kimi zaman hüzünle boğuluyorlardı.
Son kat tam karşımda yer alıyordu. Balkonun kapısı açık ve içeride taburenin üzerinde oturan bir adam yer alıyordu. Elinde bir şarap şişesi tutuyordu. Hızlı hızlı yudumlanıyordu. Bir saçmalık dalgası içerinde yüzüyormuşçasına… şişeyi ayaklarının dibine koydu ve taburenin üzerine çıktı. Daha önceden fark etmediğim halatı boynuna geçirdi ve…
Ruh bedenden ayrılabilme arzusu ile yanıp tutuşuyordu…
Ruh bedenden ayrılabilme arzusu ile yanıp tutuşuyordu…
“Ta ki ruh bedenden ayrılıp birkaç damla gözyaşı ile buluşana denk“sonrasında
geri Geri GERİ…
Görüntü kayboldu ve bir girdabın içerisinde bilmediğim yerlere sürükleniyordum. Ve senfoni Psychedelic bir atmosferde kulaklarımda yankılanıyordu… Görüntü birden gözlerim önünde yer alıp geriye doğru hareket etmeye başlamıştı. Üçüncü kat ayyaşlar, ikinci kat sefalete gebe kalmış çocuklar, birinci kat kenar mahalle orospuları… Ve film şeridi gibi görüntü bir aşağı bir yukarı hareket etmeye başladı. Defalarca gidip gelmekteydi… Senfoni kara ölüme eşlik eder bir şekilde ambient bir havaya büründü. Son geliyordu sanırım, karga vahşiliği ile bakınan gözleri seçebiliyordum. Film şeridi birden durdu. Hem de son katta… Ama son kat diye bir şey yoktu. Sadece boşluk vardı. Ben taburenin üzerine çıkmıştım ve halatı kafama geçiriyordum ve kayıtsızlık beraberinde eşlik ediyordu ve her başlangıcın bir sonu oluşuna izin vermeliydim. Ve gözlerim karardı. Ruh bedenden ayrılabilmişti…
Tekrar o tünelin içerisindeydim… Bu sefer ileriye doğru çekiliyordum. İleride bir yerlerde bir ışık zümresi yer alıyordu. Ona yakınlaştım ve tanrı bu olmalı dedim… Nitekim bir yanılgıdan ibaretmiş… yeni bir beden, yeni bilinmezlikler eşlik ediyor, tünele geri dönüp, arasında sıkışmalayım ya da tanrıları öldürebilmenin bir yolunu bulmalıyım… ve son vuruş...
Lekeli HuMMa