VAHŞET TİYATROSU

Kabul edilsin ya da edilmesin, bilinçli ya da bilinçsiz, şiirsel durum, yani hayatın aşkın bir durumu, aslında halkın aşkta, suçta, uyuşturucuda, savaşta ve isyanda aradığıdır.


Vahşet Tiyatrosu tiyatroya tutkulu ve çırpınmalı bir hayat kavramını geri getirmek için oluşturuldu; ve bu tiyatronun dayandığı vahşeti şöyle anlamak gerekiyor; şiddetli bir sertlik ve sahne elemanlarının aşırı derecede yoğunlaşması.

Sistemli bir biçimde değilse de gerektiğinde kanlı olabilen bu vahşet, yaşama ödenmesi gereken bedeli ödemekten korkmayan kuru bir ahlaki safiyet kavramı ile karışıyor.

1 – Öz Açısından;

Yani konular ve işlenen temalar. Vahşet Tiyatrosu çağımızın başlıca huzursuzluk ve endişelerine cevap veren konular seçecektir.

Vahşet Tiyatrosu insanın ve çağdaş yaşamın mitlerini kurtarma çabasını sinemaya terketmemek niyetindedir. Ama bunu kendine özgü bir şekilde, yani dünyanın ekonomiye, yararlılığa ve tekniğe yönelişine karşı çağdaş tiyatronun sahte bir uygar insan cilâsı altına sakladığı büyük meseleleri yeniden gündeme getirerek yapacaktır.
Bu temalar kozmik, evrensel, en eski metinlerden ve eski Meksika, Hint, Yahudi, İran vs… kozmogonilerinden (2) alınarak yorumlanmış olacaklar.

Vahşet Tiyatrosu, insan kişiliğini ve duygularını dilimlere ayıran psikolojik yaklaşımı reddederek, yasalar tarafından ezilmiş ve dinler, kurallar tarafından deforme edilmiş toplumsal insanın da ötesine “bütün insana” hitap edecek.

Ve insanı anlatırken ruhun tersini de yüzünü de yansıtacak; imgelemin ve düşlerin gerçeği, yaşamla aynı düzlemde gösterilecek.

Ayrıca büyük toplumsal çalkantılar, halkların halklarla, ırkların ırklarla çekişmesi, doğal güçler, rastlantının müdahalesi, kaderin manyetik çekimi ister dolaylı – mistik boyutlarda, tanrılar, kahramanlar ve canavarlar kadar büyütülmüş kişiliklerin hareket ve jestleri biçiminde -ister dolaysız- yeni bilimsel yollarla elde edilmiş maddi görüntüler biçiminde – olarak kendilerini gösterecekler.

Bu tanrıların ve kahramanların, bu canavarların, bu doğal ve kozmik güçlerin yorumlanması en eski kutsal metinlerin ve eski kozmogonilerin imgelerinden esinlenerek gerçekleştirilecek.

2 – Biçim Açısından;

Öte yandan tiyatronun, halkın en içine kapanık ve dalgın kesimleri için ebediyen tutkulu ve duyarlı olan bir şiirin kaynaklarına yeniden dalması gerekliliği eski ilkel mitlere dönüş yoluyla gerçekleştiğinden, biz, metinden değil de mise en scene’den bu eski çatışmaları gerçekleştirme ve daha çok da güncelleştirme çabasını isteyeceğiz; yani bu temalar doğrudan doğruya sahneye taşınacak ve kelimeler içinde boğulmaksızın hareket, yüz ifadesi ve jest olarak gerçekleşecekler.

Böylece metin konusundaki teatral batıl inançtan ve yazarın diktatörlüğünden kurtulacağız.
Ve işte böylece sözün ve sözcüklerin tehlikeleri ve dilden ileri gelen bozukluklar olmaksızın doğrudan ruh ile dönüştürülen ve hissedilen eski halk gösterilerine yeniden kavuşacağız.

Tiyatroyu her şeyden önce gösteri üzerine temellendireceğiz ve bu gösteriye katacağımız şey yeni bir uzam anlayışıdır. Bu uzam olası tüm planlarda ve her türlü yükseklik, derinlik, perspektif açılarından kullanılacaktır. Ayrıca bu anlayışa hareketin dışında özel bir zaman fikri de eklenecektir.
Belli bir süre içinde olabilecek en çok sayıda hareketle, olabildiğince çok fiziksel imgeyi ve bu hareketlere bağlı anlamları birleştireceğiz.

İmgeler ve hareketler yalnızca göz
ve kulağın açık seçik zevklerine değil, ruhun daha gizli ve daha yararlı zevklerine de hitap edecekler.
Böylelikle teatral uzam yalnızca boyutları ve hacmi içinde değil, eğer denebilirse, iç çamaşırları içinde de kullanılacak.

İmgelerle hareketlerin örtüşmesinin sonuç olarak varacağı nokta, nesnelerin, sessizliklerin, haykırışların ve ritimlerin gizli anlaşması yoluyla, temelinde sözcüklerin değil imlerin bulunduğu gerçek bir fiziksel dilin yaratılması olacaktır.

Çünkü şu bilinmelidir ki; belli bir zamanda yapılmış bu hareket ve imge niceliğine, sessizlik ve ritim kadar belli bir titreşim ve gerçekten yapılmış jestlerden, gerçekten kullanılmış nesnelerden oluşmuş belli bir maddi kışkırtmayı da katacağız. Ve denebilir ki en eski hiyerogliflerin ruhu bu saf teatral dilin yaratılmasına yön verecektir.

Herhangi bir halktan seyirci her zaman direk ifadelere ve imgelere düşkün olmuştur; söylenen sözler, açık seçik sözlü ifadeler aksiyonun açıkça belirlendiği bölümlere ve yaşamın hareketsizleşip bilincin devraldığı bölümlere girecektir.

Ama bu mantıki yönün yanı sıra sözcükler bir çeşit büyü tekerlemesi gibi, yani gerçekten sihirli yönleriyle de kullanılacak -yalnızca anlamları değil biçimleri ve yaydıkları ses dalgaları açısından-.
Çünkü canavarların etkili görüntüleri, kahramanların ve tanrıların sefahati, çeşitli güçlerin plastik görünümleri, dış görünüşleri bozmak ve unufak etmekle yükümlü şiirin ve mizahın sarsıcı müdahaleleri, gerçek şiirin anarşik ve analojik ilkelerine göre, ancak duyular üzerine yöneltilen baskı sonucu ruhun varabildiği hipnotik telkin atmosferinde asıl büyülerine kavuşabilirler.

Eğer bugün rahatlatıcı tiyatrosunda, sinirler yani belli bir psikolojik duyarlılık bile bile bir kenara atılmış, seyircinin bireysel anarşisine teslim edilmişse, Vahşet Tiyatrosu duyarlılığı kazanmak için önceden denenmiş büyülü yolların hepsini yeniden kullanmak niyetindedir.

Renklerin, ışıkların ve seslerin şiddetinden, müzikal bir ritmin ya da söylenmiş bir sözün titreşimi, sarsıntısı veya tekrarından oluşan, tonaliteyi ya da sahne ışıklandırmasının iletişimsel kapsamını kullanan bu yollar yalnız “ahenksizlik” aracılığı ile tam bir etki sağlayabilirler.

Ama bu ahenksizliği tek bir anlamın egemenliğine teslim etmek yerine, bir anlamdan diğerine, bir renkten bir sese, bir sözden bir aydınlığa jestlerin sarsıntısından tonalitenin dümdüzlüğüne vs.. atlatarak geliştireceğiz.
Bu şekilde biçimlenen, bu şekilde yapılanan gösteri, sahnenin tasfiyesiyle bütün tiyatro salonuna yayılacak ve tabana inerek ince iskelelerden oluşmuş bir parmaklık gibi seyirciyi dört yandan sarıp sürekli bir ışık, imge, hareket ve gürültü yağmuruna tutacaktır. Dekor, dev mankenler boyutlarında büyütülmüş kişiliklerden, sürekli yer değiştiren nesneler ve maskeler üstünde ışıldayan hareketli ışıkların yarattığı manzaralardan oluşacak.
Ve uzamda kullanılmamış bir yer kalmayacağı gibi, seyirciye de nefes alacak vakit ve aklında ya da duyarlılığında boş bir yer bırakılmayacaktır. Yani yaşamla tiyatro arasında belli bir kesinti olmayacağından sürekliliği sağlama sorunu kalmayacaktır. Bir filmin herhangi bir sahnesinin çekimine şahit olan bir kimse ne demek istediğimizi çok iyi anlayacaktır.

Sinemanın, filme kaydedildikleri anda her türlü etkisini, büyüsünü ve hayatiyetini kaybeden yani ziyan olan ışıklandırma, figürasyon gibi pek çok zengin teknik olanaklarını tiyatro sahnesinde kullanmak amacındayız.
Vahşet Tiyatrosu’nun ilk gösterisinin adı şu olacak :

MEKSİKA’NIN FETHİ

İnsanlar değil olaylar sahnelenecek. İnsanlar yerlerine psikolojileri ve tutkularıyla gelecek, ama, belirli güçlerin görüntüleri olarak ve olaylar ile içinde rol aldıkları tarihin ölümcüllüğü açısından ele alınacaklar.
Bu konu şu yüzden seçildi:

1- Güncelliği ve bunun yanı sıra Avrupa’yı ve dünyayı hayati açıdan ilgilendiren sorunlarla olan bağlantıları yüzünden.
Tarihi açıdan “Meksika’nın Fethi” sömürgecilik sorununu işleyecek. Avrupa’nın bir türlü yok olmayan üstünlük duygusunu acımasız kanlı ve sarsılmaz bir şekilde sahnede canlandıracak. Gösteri, Avrupa’nın kendi kendisine yakıştırdığı üstünlük duygusunun söndürülmesini sağlayacak. Hıristiyanlığı çok daha eski dinlerle karşılaştıracak. Batı dünyasının paganizmden ve bazı doğal dinlerden çıkardığı yanlış kavramları yargılayacak ve bu dinlerin üstüne kurulduğu hâlâ geçerli olan eski metafizik temellerin şiirselliğini ve ihtişamını patetik ve yakıcı bir şekilde vurgulayacak.

2- Hâlâ çok güncel olan sömürgecilik sorununu, yani, bir kıtanın bir başka kıtayı kendi yararları için kullanmak hakkına sahip olduğu inancını sorgularken aynı zamanda bazı ırkların öteki ırklara olan (ama bu sefer gerçek) üstünlüğünü de sorgulayacak ve bir ırkın dehasını uygarlığın kesin formlarına bağlayan içsel akrabalık ilişkisini gösterecek. Sömürgecilerin tiranik anarşisiyle geleceğin sömürüleceklerinin derin ahlaki uyumu arasında bir karşıtlık kuracak.
Daha sonra en haksız ve en kaba maddi temeller üzerine kurulmuş çağın Avrupalı monarşisinin karışıklığına karşı, tartışılmaz tinsel esaslar üzerine yapılandırılmış Aztek monarşisinin organik hiyerarşisini aydınlığa kavuşturacak.

Toplumsal açıdan, gösteri, hiç kimsenin aç kalmamasını sağlayan yani devrimi çok eskiden gerçekleştirmiş olan bir toplumun yaşadığı huzuru gösterecek.
Ahlaki kargaşanın ve Katolik anarşinin pagan düzenle bu çatışmasından, acımasız diyalogların arasına serpiştirilmiş güçlerin ve imgelerin olmadık çalkantılarını çıkartabilir “Meksika’nın Fethi”. Ve bu, tamamıyla karşıt fikirleri birer leke gibi taşıyan kişilerin adam adama dövüşmeleriyle olacak.

Ahlaki öz ve böyle bir gösterinin güncel ilgisi yeterince vurgulandıktan sonra sahnelenmek istenen çatışmaların gösteri açısından değerli olması konusunda ısrar edilecek.
Önce Montezuma’nın iç kavgaları var; tarih bizi bu trajik kralı güdülendiren güçlerin neler olduğu konusunda hiçbir zaman aydınlatamamıştır.
Astrolojinin gözle görülen mitleriyle olan kavgası ve sembolik tartışması, görsel ve objektif bir şekilde anlatılacak.

Nihayet, Montezuma’dan başka bir de güruhlar var, toplumun çeşitli kesimleri var, halkın (Montezuma tarafından temsil edilen) kadere başkaldırısı var, inançsızların şikâyet bağırtıları var, filozofların ve rahiplerin anlamsız gevezelikleri var, şairlerin ağlayıp sızlanmaları var, tüccarların ve burjuvaların ihaneti var, kadınların cinsel çekimserliği ve iki yüzlülüğü var.
Güruhların ruh hali, olayların itici gücü, kimi yerlerde güç çizgileri çekerek, dalgalar halinde seyircinin üstüne üstüne gidecek ve bu dalgaların üstünde bazılarının zayıflatılmış, isyan eden ve umutsuzca çökertilmiş bilinci saman çöpü gibi su yüzüne çıkacak.

Teatral açıdan sorun bu güç çizgilerini kesinleştirmek, ahenkli hale sokmak, bir merkezde yoğunlaştırmak ve bunlardan bazı çağrışımlara yönelten melodiler süzmektir.
Bu imgeler, bu hareketler, bu danslar, bu ayinler, bu müzikler, bu eksik melodiler, bu sonuçsuz diyaloglar titizlikle not edilecek ve özellikle gösterinin diyalogsuz bölümlerinde sözcüklerle yapılabileceği kadar tanımlanacak; ilke, aynı bir müzik partisyonunda olduğu gibi sözcüklerle tanımlanamayacak şeyleri notalamak ya da şifrelemek olacaktır.

Antonin ARTAUD

Çeviren: Emrah Kolukısa

NOTLAR
(1) Le Théâtre et son Double; Gallimard, 1964.
(2) Dünyanın yaradılışına dair öyküler.
Mimesis / Çeviri-Araştırma Dergisi”, Ocak-1989, Sayı:

Uyanış…

Hızlı melodiler yankılanıyordu ruhumun derinliklerinde ve bedenim sıkıştırılmıştı, bir tabutun içerisine… Kafamı doğrulduğumda, tabuttaki çiviye çarpması ile;  ruhumda, ansızlığa dair ses, yok olmuştu. Nasıl, ne şekilde geldiğimi bile bilmiyordum…sadece kafatasımdan; koyu, pıhtılaşmış akan kanın soğukluğunu hissediyordum.. Parmaklarımın hassas dokunuşlarıyla bir çıkış arıyordum. Uzun bir uğraş ve yanımda yer alan cesetlerin yardımıyla yerimden doğruluyordum. Çürümüş ellerin tenimi yalayışlarını derinden hissediyordum ve tiksiniyordum; ve bir çırpıda yok olmak istiyordum…
Doroti’nin aralarında ne işi vardı bilmiyordum ama, fazlasıyla çürümüştü. O sarımsak kokan kıvamın, yakının dan bile geçmiyordu. Haykırışları istemsiz bir yaşamın gölgesinde kayboluyordu ve ben uzaklaşıyordum…
Hava grimsi ve ölümüme eşlik edercesine her yeri kaplamıştı. Bulutlar zamanla yarış edercesine hızlı bir şekilde sürükleniyordu…
Şehir merkezine yaklaşmıştım, ilk bara atıvermiştim kendimi. İçeride hayatın bütün kayıtsızlığına gebe kalmış; mustarip cesetlerle doluydu. Ufak köhne bir yerdi ve yerler doluydu. En yakındaki taburede yer alan cesede doğru ilerledim. Sağlam bir kroşe indirdim suratına… geçmişte fahişe olan cesedin bacak aralarına serpilmişti kafatası ve artık rahatça içebilirdim…
Kusmuğumsu alkolü tekrar tekrar tüketiyordum. Mantıksal herhangi bir olgu önemli değildi. O cehennemin içersinden kurtuluşuma içiyordum..geçmişte torbacıdan farksız olan barmenin sigarasından otlanıyordum. O pis sırıtışıyla verdiği sigaraya karşılığını almak için bekliyordu. Sinirlendim hemen ellerimi kafatasıma uzattım, ortadan ikiye ayırdım, beynimden arta kalan bir tutam verdim… O aptal sırıtış yok olup, yaşadığım tiyatrala kaldığım yerden devam edebildim… Sonuç olarak ölüde olsan; zaman kaçınılmaz gerçeklerin arasında yer alıyordu ve ben… uyumalıydım..
O ince patikadan tekrardan yoluma koyulup mezarlığa doğru ilerledim. Cesetlerin tutarsızca birbirleri ile oynadıkları oyunları izledim.  Hatta kemikten oluşan cesetlerin birbiri üzerine abanışlarındaki; sürtünmeden dolayı oluşan sesle, dişlerimin gıcırdayışını hissettim..
Sonunda sığınağıma geri dönebilmiştim. Halbuki oradan çıkarken; uzun bir bekleyişin arzusu ile yanıp tutuşuyordum.. ama görünenler ve histerik aksini söylüyordu…
Yanımda yer alan gölgeden Doroti’nin sesini tanıyabildim.  Sessiz bir oyundu bu ve tiyatral kaldığı yerden devam ediyordu… Cevap vermedim tabutun kapağını kapatmasına izin verdim. Zifiri karanlık içerisinde; yeni bir, bedensel ölümü gerçekleştirebilirdim…

GERÇEKÜSTÜCÜLÜK (SÜRREALİZM)

Avrupa’da 1′inci ve 2′nci dünya savaşları arasında gelişti. Temelde 1910′ların ortalarında akılcılığı yadsıyan ve karşı-sanat için çalışan ilk dadacıların yapıtlarından kaynaklanır. 1924′te “Manifeste du Surrealisme”i (Gerçeküstülük bildirgesi) hazırlayan şair Andre Breton’a göre gerçeküstücülük, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Ve bu bütünleşme içinde düşsel dünya ile gerçek yaşam “mutlak gerçek” ya da “gerçeküstü” anlamda iç içe geçiyordu. Sigmund Freud’un kuramlarından etkilenin Breton için, bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, deha ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneği idi.
Breton’un yanısıra Louis Aragon, Benjamen Peret, otomatik yazı yöntemleri üzerinde deneyler yaptılar. Kendi deyimleriyle, “gerçeküstü dünyanın düşsel imgelerini geliştirmeye” başladılar. Bu şairlerin dizelerindeki sözcükler, mantıksal bir sıra izlemek yerine bilinçdışı psikolojik süreçlerle bir araya geldiği için insanı irkiltiyordu. Gerçeküstücülük, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu. 1925′ten sonra gerçeküstücüler dağılmaya, başka akımlara yönelmeye başladı. Ama resimden, sinemaya, tiyatroya kadar bir çok sanat dalını derinden etkiledi. Andre Breton’un yanısıra P. J. Jouve, Pierre Reverdy, Robert Desnos, Louis Aragon, Paul Eluard, Antonin Artaud, Raymond Queneau, Philippe Soupault, Arthur Cravan, Rene Char gerçeküstü akımın önemli isimleridir. Türk edebiyatında sürrealizmin bazı özelliklerini “İkinci Yeniler”de görmekteyiz.

 
(Kaynak:http://www.sanalforum.biz/yabanci-diller/1495-klasizm-romantizm-realizm-parnasizm-naturelizm-v-s.html)

Benim o uğursuz, korkunç, kaba dediğim yeryüzü, bu yeryüzü hayatıydı

Ben yazı yazmaya hiçbir şey yazamayacağımı anlatmak için birtakım betikler yazarak başladım; diyecek, ya da yazacak bir şeyim olduğu vakit, en çok bu benim için imkansız oluyordu. Hiçbir zaman bir düşüncem olmadı benim. Yetmişer sayfalık iki küçük betiğim hep o her türlü düşünceden uzak, o büyük, o yerleşmiş, o yöresel yokluk, hiçbir şeysizlik etrafında döner durur. Ombilic des Limbes ile Le pese-neris’dir bunlar.
Hep böyle kopuk, düzensiz, korkunç bir duyguyla yazıp çizdim ben: Evet ile hayır, kara ile ak, doğru ile yanlış. Diyeceğim: Bu birbirine karşı şeyler benim gibi bir adamın, zavallı Bay Antonin Artaud’nun o garip anlatımı içinde birleştiler.
Kimliğimde yazılı olduğu gibi, ben, 1896′da, 3 ile 4 Eylül gecesi Marsilya’da dünyaya geldiğimi hiç hatırlamıyorum, ama buna karşılık bambaşka bir yerde, bir uzayla hiçbir zaman olmamış korkunç yaman bir dünya arasında, öyle bir yerde çetin bir soruyu tartışırken dünyaya geldiğimi hatırlıyorum.
Benim o uğursuz, korkunç, kaba dediğim yeryüzü, bu yeryüzü hayatıydı
Gelip geçici birşey değildir ölüm. Hiçbir zaman varolmamış bir şeydir o. Yaşamak zorsa, ölümün gittikçe imkansız, etkisiz olmasındandır. Yeryüzündeki hayatımı düşündüğüm zaman, en azından dört kez gerçekten, bedenen öldüğümü hatırlıyorum: Birinde Meksika’da, en son olarak da elektrik şoku korkuları altında Rodez tımarhanesinde.
Her seferinde vücudumdan koptuğumu, uzayda dolaştığımı duydum; ama asıl vücudumun öyle çok uzaklarında da değildim. İnsan öyle kolay kolay tam kopamıyor. Sonra, gerçekten, insan vücudunu bırakamıyor da.
Kötü bir taraftan ölünüyor hem, ölümde tutulacak bir yol değil bu.
Ben, yalnız yaşarken tutulacak yola inanıyorum. Ölülerin de salt buna inandıklarını sanıyorum. Öte yandan hem onlar bunu artık hiçbir zaman tartışamayacaklar da. Kişi, şunu ya da bunu sezinleyebildikçe, gerçekten, ölmüyor da.
Ben Antonin Artaud, artık hiçbir şey düşünmediğim zaman yazmak istiyorum.
Antonin Artaud
(Artaud’nun 27 Haziran 1946′da sanat anlayışını anlatmak için Peter Watson’a yazdığı bu mektubu İlhan Berk Türkçe’ye çevirmiş, daha sonra da defterlerinin basılmasıyla ortaya çıkan Kült Kitap’ına koymuş. Berk, Artaud’nun anlamsızlığı yöntemli bir delilik diye tanımladığını ekliyor yazısına. -Kült Kitap, İlhan Berk, YKY, İstanbul. sayfa:39,40)

Yakarı / Antonin Artaud

Kafalar ver bize ateş olsun kor olsun
Göksel yıldırımlarla yanmış kafalar
Uyanık kafalar adamakıllı gerçek kafalar
Yansıyarak senin varlığından gelsin
İç’in göklerinde doğurt bizleri
Sağnaklı uçurumlarla delik deşik
Ve bir esrime dolaşsın içimizi
Bir cırnakla akkor halindeki
Açız işte açız doyur bizi
Yıldızlar arası sarsıntılarla
N’olur göksel lavlar aksın
Kan yerine damarlarımızda
Ayır bizi böl parçala bizi
Ateşten ellerin keskin yanıyla
Ölünen o yeri ölümün de uzağında
Aç işte üstümüze o alev kubbeleri
Silkele beynimiz sarsılsın
O senin görgün ve yordamın içre
Yeni bir tufanın pençeleriyle
Bozulsun zekâmız alt üst olsun

…ve ben


Kara sayfaya açılan beyaz bir leke,
Düşünceye yön veren mantıklar da,
Ve ben.
Yine ben.
Kanıtlanmamış dayanağa karşı boş teoriler,
Yanlışların buluşamadığı yerde,
Ben.
Yine ben.
Gök gürültüsünün üstünde,
Toprağa değen inleme
Kapıların açıldığı yerde,
Ben.
İnatla geçmişe,
Gururunu iyiliğe yediren ben.
Ve son durakta,
Beni bana bağlayan ben,
Ruhun bedenden ayrıldığı yerde,
Hatalara dayanak ben,
Ağlar geçmişe,
Ömrünü düşünse de,
Ömrün bittiği yerde,
Ben.
Rana Saraç
(Kaynak:http://ipsikoloji.wordpress.com/sizofrenik-siir/)

TrAjeDi…

Durduğun zirvenin, zaman içerisinde sıkışmış anların, kirli gölgelerinde nasıl durduğunu göstermesi;
Yaşamsal mücadele ve ruh bütünleşmesinin hiçliği ardında zirvede bulunmana neden olan histeriğinin kaybolmasına tanık olmanın düş kırıklığı içerisinde;
O zirveden bir dev çınarın yıkılışı gb, toprak zemin üzerinde çıkardığı gürültü kadar, zihninin derinliklerinde ses getirip
ve
Yok, olan ve biten istemsiz bir yaşamın son raddesindeki haykırışlarının,
Çözümsüz bir arayışın habercisi olmasının,
İsterikli ve acınası olgular ile tersinir bir şekilde, yaşamsal aktivitelerin devam etmesi;
Buruk bir trajedi…
Deliklerin sınırlarında iken bile, sakat ve hasta olan beyinlerin sunabileceği düşünceler diziminde,
Perdenin inmesi ile başlayan trajediye,
Orkestral bir atmosferle yoğrulan ve astral bir yolculuğa kadar uzanan piyesin,
Son sahnesinde…
Karakterlerin soluklaşıp, var olamayan girdapların içerisine çekilmesiyle,
Mutlak hiçliklerin sıkışmış olduğu köhne kuyulardan fışkırmasıyla,
Trajedinin açtığı çatlakların,
Parmaklarınızın hassas dokunuşlarıyla kapatabileceğine inanmak olgusundan uzaklaşabilmek için,
Gösterdiğiniz çabanın boşluğu içerisinde,
Bir köpeğin kafesin içerisinde, hırlamasından farksız, bir köşeye sıkışıp kuyruğunuzu altınızı alıp,
Trajedinin sizi sürükleyebileceği yerlere götürmesine izin vermeniz;
Kayıtsız kalmanız…
İşte bu büyük bir trajedi…

PenÇeleRini GizleyeN DüşüncE DeneN FahişE

Gün ve gün nefes alışverişlerin azalması ile beraber, görüş mesafende ki körlükler ile; semptomlar belirtilerini göstermeye başlamıştı.. Kronolojik bir sıralamaya gerek yoktu, sadece delilikleri bir nebze sıraya koymak yeterliydi…

Pençelerini gizlice saklamış olan; her türlü beyinler içe nüfuz etmiş, her taraftan saldırıyorlardı yine… İnce çizikler atıyorlardı ama çiziklerden oluşan acı, en ücra derinliklere kadar işliyordu… Sonrasında seslik oluyordu ve arkasından çığlıklar yükseliyordu. Her türlü gidişatın aksine…

Düşüncelerinin içerisinde, bir casus dolaşıyordu. Bir sırtlanın ki gibi tiz ulumalarını hissedebiliyordun. Ulumaların ardından saldırıya geçerek, senin üzerinde; yeni çiziklerle kaplanan vücudunda, sızan kanlar içerisinde… haykırışların diğer seslerin hayvansı güçlülüğünde , bir ezik gb aralarında yok oluyordu ve kan kaybediyordun!!!

Kendinde, gücü barındırma niyetindeyken, bütün kemirgenler çevrende halka oluşturmuş, yaşadığın trajediyi desteklercesine; karalı bir duruşu takınıyorlardı… Labirentte sıkışmış havasız kalıyordun ve sona yaklaştığını bile bilmiyordun her şeyin ötesinde ve bu seni daha da kahrediyordu… “Lucretius” ’un desturunu hatırlamanız bile yeterli gelmezdi.. “Ben varken ölüm yok; ölüm varken ben yokum“…

O sıkıştığınız labirentte; bilinçsizce gelen sızlanmalardan başka hiç bir şeyiniz yoktu!!! Neyazık ki; derinden bir of çekecek bir zaman dilimiyle kucaklaşmanız an meselesi bile değildi…

Neye bile tutunabileceğiniz söz konusu bile olmazken, haykırışların bir yerlere ulaşacağı kandırmacısından kurtulabilmek ve acıyı en aza indirmek bile söz konusu değildi..

Değildi, değildi, değildi, DeğilDi…. Bu kadar sıkışmıştınız kuzum. Durum o kadar içler acısıydı…. Artık bu saatten sonra, değişebileceğinize inanmak ve çevrenizdekileri inandırmak koskoca bir yanılgıdan ibaretti… Taşıyabileceğiniz erdemlerin sizi sürüklediği yerle bir bak!!! Derinlerde sakladığınız o öfkeleriniz; erdemlerin arkasında gizlenmiş ve son saltolarını atıyorlardı. Ve Siz kısa güne pay olma niyetindeydiniz…anlaşılmay
an kısım ise; erdemleriniz var olan temel noktayı engellerken; neden takip ediyordunuz ???

İnançlar, ideolojiler, yoksa bir şeylere tutunabilme iç güdüsü mü?
Sizce de bunlar yeterlimiydi…
Bir şeyleri amaç edinebilmek için!!!!
Duruşlarımız kasım-kasım gorgoroth…
DeğiştiM, DeğiştiniZ, Değişti, DeğiştiK, DeğiştiniZ, DeğiştileR…
Her şey yerli yerinde, aynı boktanlık içerisinde yüzüveriyorsunuz…
Aksini iddaaha etmeniz bile söz konusu değil…
eğişiklik sadece, hayat içerisinde yer alan renk ve tatlarda; peki ya düşüncelerinizde!!!
Özünde değişmediniz, değişemediniz!!!

Ölüm+ü

Ruhum kargaşaların içerisinde; boğulup yok olmaya yüz tutarken.
Ölüm; arzularımın en zirvesinde, çırpınırken…
Ziyaretçilerin gelmesini engelleyen, hayat denen piçe hamileyken…
!!!
“Kargaşa gitti, senin ellerinde, neden olduğunu sorma!!! senin sıran…”
Siyah bir umutla korunmuş ben, başa çıkabilirim.
Yeter ki giderken bir ikonu bırak, soğukluğun içerisinde tekrar tekrar ısınabileyim…
Fazla bir zaman kalmadı hem…
Kulağını, dudaklarıma dayayıp, “bana yardım et! bana yardım et!” diye söylenenleri yakında hissedeceksin…