Uzamın paradoksal sancılarında bile, dokuz doğurmuş gibi öylece kalakaldığınız yerde bütün hezeyanlarınızı öylece peydahlarsınız, mikronsal görülebilecek bir yalnızlığınızın içerisinde…
Bazen çok mu çok uzun zaman geçer öylece yolun ortasında ilerleyip; kendinizi tecrit ederek sürgünde geçirirken… Gecenin içim–içim gelen karanlığında, yoktur sizi çimdikleyen..
Derken görüşünüz kısıtlanır, gecenin bilinmez karanlığında ve sessizliğinde bir ürperti doğar içinizden. Yavaş-yavaş yürüyüşünüzdeki senkronizasyon kaybolur, kaçışın nedenselliğini bilmeden koşuşturur bulursunuz kendinizi.. Hızlıca akıp giden bir solonun vahşiliği içersinde, delicesine koşuştururken.. yorgunluğun yaratığı, bu flu izdüşümün içerisinde, dinginlik tekrardan ele geçirir benliğinizi. Yine yolun ortasında öylece durmuşken…
Peki? Bizim gibi öylece uzamda asılı kalmış, sönük bir iz bırakan “Yıldızlar” ne zaman bizim gb düşecek!..
Gecenin zifiri karanlığında
Uzanmış olduğum yamacın ortasına
Bir yıldız düşecek
..Acı dolu ve yavaş bir ölümle yüzleşecek
İstenç bu değil miydi?
Yüzeye inebilmek yada yüzeye çıkabilmek.
Bu katmanda özgürce yürüyebilmek??
Paralel olan
ama
Farklı bir düzlemde duran
Bu Yıldızlar
Elbet de bizim gb düşecek…
Düşüşün ağır tahribatını bilmeksizin
Net görünmeyen
Düşlediği gibi olmayan
Bir düşüşün içerisinde
Lime-lime edilmiş
Düşmüşlüğün ..
Savunmasız ve çaresizliğin akıbetinde
Öylece gerçekleşen
Cinayetin içerisinde,
Karalanmış bir veda ile
Yıldızlarda elbette bizim gibi
Düşecek ve sönecek…
Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder