VAHŞET TİYATROSU

Kabul edilsin ya da edilmesin, bilinçli ya da bilinçsiz, şiirsel durum, yani hayatın aşkın bir durumu, aslında halkın aşkta, suçta, uyuşturucuda, savaşta ve isyanda aradığıdır.


Vahşet Tiyatrosu tiyatroya tutkulu ve çırpınmalı bir hayat kavramını geri getirmek için oluşturuldu; ve bu tiyatronun dayandığı vahşeti şöyle anlamak gerekiyor; şiddetli bir sertlik ve sahne elemanlarının aşırı derecede yoğunlaşması.

Sistemli bir biçimde değilse de gerektiğinde kanlı olabilen bu vahşet, yaşama ödenmesi gereken bedeli ödemekten korkmayan kuru bir ahlaki safiyet kavramı ile karışıyor.

1 – Öz Açısından;

Yani konular ve işlenen temalar. Vahşet Tiyatrosu çağımızın başlıca huzursuzluk ve endişelerine cevap veren konular seçecektir.

Vahşet Tiyatrosu insanın ve çağdaş yaşamın mitlerini kurtarma çabasını sinemaya terketmemek niyetindedir. Ama bunu kendine özgü bir şekilde, yani dünyanın ekonomiye, yararlılığa ve tekniğe yönelişine karşı çağdaş tiyatronun sahte bir uygar insan cilâsı altına sakladığı büyük meseleleri yeniden gündeme getirerek yapacaktır.
Bu temalar kozmik, evrensel, en eski metinlerden ve eski Meksika, Hint, Yahudi, İran vs… kozmogonilerinden (2) alınarak yorumlanmış olacaklar.

Vahşet Tiyatrosu, insan kişiliğini ve duygularını dilimlere ayıran psikolojik yaklaşımı reddederek, yasalar tarafından ezilmiş ve dinler, kurallar tarafından deforme edilmiş toplumsal insanın da ötesine “bütün insana” hitap edecek.

Ve insanı anlatırken ruhun tersini de yüzünü de yansıtacak; imgelemin ve düşlerin gerçeği, yaşamla aynı düzlemde gösterilecek.

Ayrıca büyük toplumsal çalkantılar, halkların halklarla, ırkların ırklarla çekişmesi, doğal güçler, rastlantının müdahalesi, kaderin manyetik çekimi ister dolaylı – mistik boyutlarda, tanrılar, kahramanlar ve canavarlar kadar büyütülmüş kişiliklerin hareket ve jestleri biçiminde -ister dolaysız- yeni bilimsel yollarla elde edilmiş maddi görüntüler biçiminde – olarak kendilerini gösterecekler.

Bu tanrıların ve kahramanların, bu canavarların, bu doğal ve kozmik güçlerin yorumlanması en eski kutsal metinlerin ve eski kozmogonilerin imgelerinden esinlenerek gerçekleştirilecek.

2 – Biçim Açısından;

Öte yandan tiyatronun, halkın en içine kapanık ve dalgın kesimleri için ebediyen tutkulu ve duyarlı olan bir şiirin kaynaklarına yeniden dalması gerekliliği eski ilkel mitlere dönüş yoluyla gerçekleştiğinden, biz, metinden değil de mise en scene’den bu eski çatışmaları gerçekleştirme ve daha çok da güncelleştirme çabasını isteyeceğiz; yani bu temalar doğrudan doğruya sahneye taşınacak ve kelimeler içinde boğulmaksızın hareket, yüz ifadesi ve jest olarak gerçekleşecekler.

Böylece metin konusundaki teatral batıl inançtan ve yazarın diktatörlüğünden kurtulacağız.
Ve işte böylece sözün ve sözcüklerin tehlikeleri ve dilden ileri gelen bozukluklar olmaksızın doğrudan ruh ile dönüştürülen ve hissedilen eski halk gösterilerine yeniden kavuşacağız.

Tiyatroyu her şeyden önce gösteri üzerine temellendireceğiz ve bu gösteriye katacağımız şey yeni bir uzam anlayışıdır. Bu uzam olası tüm planlarda ve her türlü yükseklik, derinlik, perspektif açılarından kullanılacaktır. Ayrıca bu anlayışa hareketin dışında özel bir zaman fikri de eklenecektir.
Belli bir süre içinde olabilecek en çok sayıda hareketle, olabildiğince çok fiziksel imgeyi ve bu hareketlere bağlı anlamları birleştireceğiz.

İmgeler ve hareketler yalnızca göz
ve kulağın açık seçik zevklerine değil, ruhun daha gizli ve daha yararlı zevklerine de hitap edecekler.
Böylelikle teatral uzam yalnızca boyutları ve hacmi içinde değil, eğer denebilirse, iç çamaşırları içinde de kullanılacak.

İmgelerle hareketlerin örtüşmesinin sonuç olarak varacağı nokta, nesnelerin, sessizliklerin, haykırışların ve ritimlerin gizli anlaşması yoluyla, temelinde sözcüklerin değil imlerin bulunduğu gerçek bir fiziksel dilin yaratılması olacaktır.

Çünkü şu bilinmelidir ki; belli bir zamanda yapılmış bu hareket ve imge niceliğine, sessizlik ve ritim kadar belli bir titreşim ve gerçekten yapılmış jestlerden, gerçekten kullanılmış nesnelerden oluşmuş belli bir maddi kışkırtmayı da katacağız. Ve denebilir ki en eski hiyerogliflerin ruhu bu saf teatral dilin yaratılmasına yön verecektir.

Herhangi bir halktan seyirci her zaman direk ifadelere ve imgelere düşkün olmuştur; söylenen sözler, açık seçik sözlü ifadeler aksiyonun açıkça belirlendiği bölümlere ve yaşamın hareketsizleşip bilincin devraldığı bölümlere girecektir.

Ama bu mantıki yönün yanı sıra sözcükler bir çeşit büyü tekerlemesi gibi, yani gerçekten sihirli yönleriyle de kullanılacak -yalnızca anlamları değil biçimleri ve yaydıkları ses dalgaları açısından-.
Çünkü canavarların etkili görüntüleri, kahramanların ve tanrıların sefahati, çeşitli güçlerin plastik görünümleri, dış görünüşleri bozmak ve unufak etmekle yükümlü şiirin ve mizahın sarsıcı müdahaleleri, gerçek şiirin anarşik ve analojik ilkelerine göre, ancak duyular üzerine yöneltilen baskı sonucu ruhun varabildiği hipnotik telkin atmosferinde asıl büyülerine kavuşabilirler.

Eğer bugün rahatlatıcı tiyatrosunda, sinirler yani belli bir psikolojik duyarlılık bile bile bir kenara atılmış, seyircinin bireysel anarşisine teslim edilmişse, Vahşet Tiyatrosu duyarlılığı kazanmak için önceden denenmiş büyülü yolların hepsini yeniden kullanmak niyetindedir.

Renklerin, ışıkların ve seslerin şiddetinden, müzikal bir ritmin ya da söylenmiş bir sözün titreşimi, sarsıntısı veya tekrarından oluşan, tonaliteyi ya da sahne ışıklandırmasının iletişimsel kapsamını kullanan bu yollar yalnız “ahenksizlik” aracılığı ile tam bir etki sağlayabilirler.

Ama bu ahenksizliği tek bir anlamın egemenliğine teslim etmek yerine, bir anlamdan diğerine, bir renkten bir sese, bir sözden bir aydınlığa jestlerin sarsıntısından tonalitenin dümdüzlüğüne vs.. atlatarak geliştireceğiz.
Bu şekilde biçimlenen, bu şekilde yapılanan gösteri, sahnenin tasfiyesiyle bütün tiyatro salonuna yayılacak ve tabana inerek ince iskelelerden oluşmuş bir parmaklık gibi seyirciyi dört yandan sarıp sürekli bir ışık, imge, hareket ve gürültü yağmuruna tutacaktır. Dekor, dev mankenler boyutlarında büyütülmüş kişiliklerden, sürekli yer değiştiren nesneler ve maskeler üstünde ışıldayan hareketli ışıkların yarattığı manzaralardan oluşacak.
Ve uzamda kullanılmamış bir yer kalmayacağı gibi, seyirciye de nefes alacak vakit ve aklında ya da duyarlılığında boş bir yer bırakılmayacaktır. Yani yaşamla tiyatro arasında belli bir kesinti olmayacağından sürekliliği sağlama sorunu kalmayacaktır. Bir filmin herhangi bir sahnesinin çekimine şahit olan bir kimse ne demek istediğimizi çok iyi anlayacaktır.

Sinemanın, filme kaydedildikleri anda her türlü etkisini, büyüsünü ve hayatiyetini kaybeden yani ziyan olan ışıklandırma, figürasyon gibi pek çok zengin teknik olanaklarını tiyatro sahnesinde kullanmak amacındayız.
Vahşet Tiyatrosu’nun ilk gösterisinin adı şu olacak :

MEKSİKA’NIN FETHİ

İnsanlar değil olaylar sahnelenecek. İnsanlar yerlerine psikolojileri ve tutkularıyla gelecek, ama, belirli güçlerin görüntüleri olarak ve olaylar ile içinde rol aldıkları tarihin ölümcüllüğü açısından ele alınacaklar.
Bu konu şu yüzden seçildi:

1- Güncelliği ve bunun yanı sıra Avrupa’yı ve dünyayı hayati açıdan ilgilendiren sorunlarla olan bağlantıları yüzünden.
Tarihi açıdan “Meksika’nın Fethi” sömürgecilik sorununu işleyecek. Avrupa’nın bir türlü yok olmayan üstünlük duygusunu acımasız kanlı ve sarsılmaz bir şekilde sahnede canlandıracak. Gösteri, Avrupa’nın kendi kendisine yakıştırdığı üstünlük duygusunun söndürülmesini sağlayacak. Hıristiyanlığı çok daha eski dinlerle karşılaştıracak. Batı dünyasının paganizmden ve bazı doğal dinlerden çıkardığı yanlış kavramları yargılayacak ve bu dinlerin üstüne kurulduğu hâlâ geçerli olan eski metafizik temellerin şiirselliğini ve ihtişamını patetik ve yakıcı bir şekilde vurgulayacak.

2- Hâlâ çok güncel olan sömürgecilik sorununu, yani, bir kıtanın bir başka kıtayı kendi yararları için kullanmak hakkına sahip olduğu inancını sorgularken aynı zamanda bazı ırkların öteki ırklara olan (ama bu sefer gerçek) üstünlüğünü de sorgulayacak ve bir ırkın dehasını uygarlığın kesin formlarına bağlayan içsel akrabalık ilişkisini gösterecek. Sömürgecilerin tiranik anarşisiyle geleceğin sömürüleceklerinin derin ahlaki uyumu arasında bir karşıtlık kuracak.
Daha sonra en haksız ve en kaba maddi temeller üzerine kurulmuş çağın Avrupalı monarşisinin karışıklığına karşı, tartışılmaz tinsel esaslar üzerine yapılandırılmış Aztek monarşisinin organik hiyerarşisini aydınlığa kavuşturacak.

Toplumsal açıdan, gösteri, hiç kimsenin aç kalmamasını sağlayan yani devrimi çok eskiden gerçekleştirmiş olan bir toplumun yaşadığı huzuru gösterecek.
Ahlaki kargaşanın ve Katolik anarşinin pagan düzenle bu çatışmasından, acımasız diyalogların arasına serpiştirilmiş güçlerin ve imgelerin olmadık çalkantılarını çıkartabilir “Meksika’nın Fethi”. Ve bu, tamamıyla karşıt fikirleri birer leke gibi taşıyan kişilerin adam adama dövüşmeleriyle olacak.

Ahlaki öz ve böyle bir gösterinin güncel ilgisi yeterince vurgulandıktan sonra sahnelenmek istenen çatışmaların gösteri açısından değerli olması konusunda ısrar edilecek.
Önce Montezuma’nın iç kavgaları var; tarih bizi bu trajik kralı güdülendiren güçlerin neler olduğu konusunda hiçbir zaman aydınlatamamıştır.
Astrolojinin gözle görülen mitleriyle olan kavgası ve sembolik tartışması, görsel ve objektif bir şekilde anlatılacak.

Nihayet, Montezuma’dan başka bir de güruhlar var, toplumun çeşitli kesimleri var, halkın (Montezuma tarafından temsil edilen) kadere başkaldırısı var, inançsızların şikâyet bağırtıları var, filozofların ve rahiplerin anlamsız gevezelikleri var, şairlerin ağlayıp sızlanmaları var, tüccarların ve burjuvaların ihaneti var, kadınların cinsel çekimserliği ve iki yüzlülüğü var.
Güruhların ruh hali, olayların itici gücü, kimi yerlerde güç çizgileri çekerek, dalgalar halinde seyircinin üstüne üstüne gidecek ve bu dalgaların üstünde bazılarının zayıflatılmış, isyan eden ve umutsuzca çökertilmiş bilinci saman çöpü gibi su yüzüne çıkacak.

Teatral açıdan sorun bu güç çizgilerini kesinleştirmek, ahenkli hale sokmak, bir merkezde yoğunlaştırmak ve bunlardan bazı çağrışımlara yönelten melodiler süzmektir.
Bu imgeler, bu hareketler, bu danslar, bu ayinler, bu müzikler, bu eksik melodiler, bu sonuçsuz diyaloglar titizlikle not edilecek ve özellikle gösterinin diyalogsuz bölümlerinde sözcüklerle yapılabileceği kadar tanımlanacak; ilke, aynı bir müzik partisyonunda olduğu gibi sözcüklerle tanımlanamayacak şeyleri notalamak ya da şifrelemek olacaktır.

Antonin ARTAUD

Çeviren: Emrah Kolukısa

NOTLAR
(1) Le Théâtre et son Double; Gallimard, 1964.
(2) Dünyanın yaradılışına dair öyküler.
Mimesis / Çeviri-Araştırma Dergisi”, Ocak-1989, Sayı:

Uyanış…

Hızlı melodiler yankılanıyordu ruhumun derinliklerinde ve bedenim sıkıştırılmıştı, bir tabutun içerisine… Kafamı doğrulduğumda, tabuttaki çiviye çarpması ile;  ruhumda, ansızlığa dair ses, yok olmuştu. Nasıl, ne şekilde geldiğimi bile bilmiyordum…sadece kafatasımdan; koyu, pıhtılaşmış akan kanın soğukluğunu hissediyordum.. Parmaklarımın hassas dokunuşlarıyla bir çıkış arıyordum. Uzun bir uğraş ve yanımda yer alan cesetlerin yardımıyla yerimden doğruluyordum. Çürümüş ellerin tenimi yalayışlarını derinden hissediyordum ve tiksiniyordum; ve bir çırpıda yok olmak istiyordum…
Doroti’nin aralarında ne işi vardı bilmiyordum ama, fazlasıyla çürümüştü. O sarımsak kokan kıvamın, yakının dan bile geçmiyordu. Haykırışları istemsiz bir yaşamın gölgesinde kayboluyordu ve ben uzaklaşıyordum…
Hava grimsi ve ölümüme eşlik edercesine her yeri kaplamıştı. Bulutlar zamanla yarış edercesine hızlı bir şekilde sürükleniyordu…
Şehir merkezine yaklaşmıştım, ilk bara atıvermiştim kendimi. İçeride hayatın bütün kayıtsızlığına gebe kalmış; mustarip cesetlerle doluydu. Ufak köhne bir yerdi ve yerler doluydu. En yakındaki taburede yer alan cesede doğru ilerledim. Sağlam bir kroşe indirdim suratına… geçmişte fahişe olan cesedin bacak aralarına serpilmişti kafatası ve artık rahatça içebilirdim…
Kusmuğumsu alkolü tekrar tekrar tüketiyordum. Mantıksal herhangi bir olgu önemli değildi. O cehennemin içersinden kurtuluşuma içiyordum..geçmişte torbacıdan farksız olan barmenin sigarasından otlanıyordum. O pis sırıtışıyla verdiği sigaraya karşılığını almak için bekliyordu. Sinirlendim hemen ellerimi kafatasıma uzattım, ortadan ikiye ayırdım, beynimden arta kalan bir tutam verdim… O aptal sırıtış yok olup, yaşadığım tiyatrala kaldığım yerden devam edebildim… Sonuç olarak ölüde olsan; zaman kaçınılmaz gerçeklerin arasında yer alıyordu ve ben… uyumalıydım..
O ince patikadan tekrardan yoluma koyulup mezarlığa doğru ilerledim. Cesetlerin tutarsızca birbirleri ile oynadıkları oyunları izledim.  Hatta kemikten oluşan cesetlerin birbiri üzerine abanışlarındaki; sürtünmeden dolayı oluşan sesle, dişlerimin gıcırdayışını hissettim..
Sonunda sığınağıma geri dönebilmiştim. Halbuki oradan çıkarken; uzun bir bekleyişin arzusu ile yanıp tutuşuyordum.. ama görünenler ve histerik aksini söylüyordu…
Yanımda yer alan gölgeden Doroti’nin sesini tanıyabildim.  Sessiz bir oyundu bu ve tiyatral kaldığı yerden devam ediyordu… Cevap vermedim tabutun kapağını kapatmasına izin verdim. Zifiri karanlık içerisinde; yeni bir, bedensel ölümü gerçekleştirebilirdim…

GERÇEKÜSTÜCÜLÜK (SÜRREALİZM)

Avrupa’da 1′inci ve 2′nci dünya savaşları arasında gelişti. Temelde 1910′ların ortalarında akılcılığı yadsıyan ve karşı-sanat için çalışan ilk dadacıların yapıtlarından kaynaklanır. 1924′te “Manifeste du Surrealisme”i (Gerçeküstülük bildirgesi) hazırlayan şair Andre Breton’a göre gerçeküstücülük, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Ve bu bütünleşme içinde düşsel dünya ile gerçek yaşam “mutlak gerçek” ya da “gerçeküstü” anlamda iç içe geçiyordu. Sigmund Freud’un kuramlarından etkilenin Breton için, bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, deha ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneği idi.
Breton’un yanısıra Louis Aragon, Benjamen Peret, otomatik yazı yöntemleri üzerinde deneyler yaptılar. Kendi deyimleriyle, “gerçeküstü dünyanın düşsel imgelerini geliştirmeye” başladılar. Bu şairlerin dizelerindeki sözcükler, mantıksal bir sıra izlemek yerine bilinçdışı psikolojik süreçlerle bir araya geldiği için insanı irkiltiyordu. Gerçeküstücülük, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu. 1925′ten sonra gerçeküstücüler dağılmaya, başka akımlara yönelmeye başladı. Ama resimden, sinemaya, tiyatroya kadar bir çok sanat dalını derinden etkiledi. Andre Breton’un yanısıra P. J. Jouve, Pierre Reverdy, Robert Desnos, Louis Aragon, Paul Eluard, Antonin Artaud, Raymond Queneau, Philippe Soupault, Arthur Cravan, Rene Char gerçeküstü akımın önemli isimleridir. Türk edebiyatında sürrealizmin bazı özelliklerini “İkinci Yeniler”de görmekteyiz.

 
(Kaynak:http://www.sanalforum.biz/yabanci-diller/1495-klasizm-romantizm-realizm-parnasizm-naturelizm-v-s.html)

Benim o uğursuz, korkunç, kaba dediğim yeryüzü, bu yeryüzü hayatıydı

Ben yazı yazmaya hiçbir şey yazamayacağımı anlatmak için birtakım betikler yazarak başladım; diyecek, ya da yazacak bir şeyim olduğu vakit, en çok bu benim için imkansız oluyordu. Hiçbir zaman bir düşüncem olmadı benim. Yetmişer sayfalık iki küçük betiğim hep o her türlü düşünceden uzak, o büyük, o yerleşmiş, o yöresel yokluk, hiçbir şeysizlik etrafında döner durur. Ombilic des Limbes ile Le pese-neris’dir bunlar.
Hep böyle kopuk, düzensiz, korkunç bir duyguyla yazıp çizdim ben: Evet ile hayır, kara ile ak, doğru ile yanlış. Diyeceğim: Bu birbirine karşı şeyler benim gibi bir adamın, zavallı Bay Antonin Artaud’nun o garip anlatımı içinde birleştiler.
Kimliğimde yazılı olduğu gibi, ben, 1896′da, 3 ile 4 Eylül gecesi Marsilya’da dünyaya geldiğimi hiç hatırlamıyorum, ama buna karşılık bambaşka bir yerde, bir uzayla hiçbir zaman olmamış korkunç yaman bir dünya arasında, öyle bir yerde çetin bir soruyu tartışırken dünyaya geldiğimi hatırlıyorum.
Benim o uğursuz, korkunç, kaba dediğim yeryüzü, bu yeryüzü hayatıydı
Gelip geçici birşey değildir ölüm. Hiçbir zaman varolmamış bir şeydir o. Yaşamak zorsa, ölümün gittikçe imkansız, etkisiz olmasındandır. Yeryüzündeki hayatımı düşündüğüm zaman, en azından dört kez gerçekten, bedenen öldüğümü hatırlıyorum: Birinde Meksika’da, en son olarak da elektrik şoku korkuları altında Rodez tımarhanesinde.
Her seferinde vücudumdan koptuğumu, uzayda dolaştığımı duydum; ama asıl vücudumun öyle çok uzaklarında da değildim. İnsan öyle kolay kolay tam kopamıyor. Sonra, gerçekten, insan vücudunu bırakamıyor da.
Kötü bir taraftan ölünüyor hem, ölümde tutulacak bir yol değil bu.
Ben, yalnız yaşarken tutulacak yola inanıyorum. Ölülerin de salt buna inandıklarını sanıyorum. Öte yandan hem onlar bunu artık hiçbir zaman tartışamayacaklar da. Kişi, şunu ya da bunu sezinleyebildikçe, gerçekten, ölmüyor da.
Ben Antonin Artaud, artık hiçbir şey düşünmediğim zaman yazmak istiyorum.
Antonin Artaud
(Artaud’nun 27 Haziran 1946′da sanat anlayışını anlatmak için Peter Watson’a yazdığı bu mektubu İlhan Berk Türkçe’ye çevirmiş, daha sonra da defterlerinin basılmasıyla ortaya çıkan Kült Kitap’ına koymuş. Berk, Artaud’nun anlamsızlığı yöntemli bir delilik diye tanımladığını ekliyor yazısına. -Kült Kitap, İlhan Berk, YKY, İstanbul. sayfa:39,40)

Yakarı / Antonin Artaud

Kafalar ver bize ateş olsun kor olsun
Göksel yıldırımlarla yanmış kafalar
Uyanık kafalar adamakıllı gerçek kafalar
Yansıyarak senin varlığından gelsin
İç’in göklerinde doğurt bizleri
Sağnaklı uçurumlarla delik deşik
Ve bir esrime dolaşsın içimizi
Bir cırnakla akkor halindeki
Açız işte açız doyur bizi
Yıldızlar arası sarsıntılarla
N’olur göksel lavlar aksın
Kan yerine damarlarımızda
Ayır bizi böl parçala bizi
Ateşten ellerin keskin yanıyla
Ölünen o yeri ölümün de uzağında
Aç işte üstümüze o alev kubbeleri
Silkele beynimiz sarsılsın
O senin görgün ve yordamın içre
Yeni bir tufanın pençeleriyle
Bozulsun zekâmız alt üst olsun

…ve ben


Kara sayfaya açılan beyaz bir leke,
Düşünceye yön veren mantıklar da,
Ve ben.
Yine ben.
Kanıtlanmamış dayanağa karşı boş teoriler,
Yanlışların buluşamadığı yerde,
Ben.
Yine ben.
Gök gürültüsünün üstünde,
Toprağa değen inleme
Kapıların açıldığı yerde,
Ben.
İnatla geçmişe,
Gururunu iyiliğe yediren ben.
Ve son durakta,
Beni bana bağlayan ben,
Ruhun bedenden ayrıldığı yerde,
Hatalara dayanak ben,
Ağlar geçmişe,
Ömrünü düşünse de,
Ömrün bittiği yerde,
Ben.
Rana Saraç
(Kaynak:http://ipsikoloji.wordpress.com/sizofrenik-siir/)

TrAjeDi…

Durduğun zirvenin, zaman içerisinde sıkışmış anların, kirli gölgelerinde nasıl durduğunu göstermesi;
Yaşamsal mücadele ve ruh bütünleşmesinin hiçliği ardında zirvede bulunmana neden olan histeriğinin kaybolmasına tanık olmanın düş kırıklığı içerisinde;
O zirveden bir dev çınarın yıkılışı gb, toprak zemin üzerinde çıkardığı gürültü kadar, zihninin derinliklerinde ses getirip
ve
Yok, olan ve biten istemsiz bir yaşamın son raddesindeki haykırışlarının,
Çözümsüz bir arayışın habercisi olmasının,
İsterikli ve acınası olgular ile tersinir bir şekilde, yaşamsal aktivitelerin devam etmesi;
Buruk bir trajedi…
Deliklerin sınırlarında iken bile, sakat ve hasta olan beyinlerin sunabileceği düşünceler diziminde,
Perdenin inmesi ile başlayan trajediye,
Orkestral bir atmosferle yoğrulan ve astral bir yolculuğa kadar uzanan piyesin,
Son sahnesinde…
Karakterlerin soluklaşıp, var olamayan girdapların içerisine çekilmesiyle,
Mutlak hiçliklerin sıkışmış olduğu köhne kuyulardan fışkırmasıyla,
Trajedinin açtığı çatlakların,
Parmaklarınızın hassas dokunuşlarıyla kapatabileceğine inanmak olgusundan uzaklaşabilmek için,
Gösterdiğiniz çabanın boşluğu içerisinde,
Bir köpeğin kafesin içerisinde, hırlamasından farksız, bir köşeye sıkışıp kuyruğunuzu altınızı alıp,
Trajedinin sizi sürükleyebileceği yerlere götürmesine izin vermeniz;
Kayıtsız kalmanız…
İşte bu büyük bir trajedi…

PenÇeleRini GizleyeN DüşüncE DeneN FahişE

Gün ve gün nefes alışverişlerin azalması ile beraber, görüş mesafende ki körlükler ile; semptomlar belirtilerini göstermeye başlamıştı.. Kronolojik bir sıralamaya gerek yoktu, sadece delilikleri bir nebze sıraya koymak yeterliydi…

Pençelerini gizlice saklamış olan; her türlü beyinler içe nüfuz etmiş, her taraftan saldırıyorlardı yine… İnce çizikler atıyorlardı ama çiziklerden oluşan acı, en ücra derinliklere kadar işliyordu… Sonrasında seslik oluyordu ve arkasından çığlıklar yükseliyordu. Her türlü gidişatın aksine…

Düşüncelerinin içerisinde, bir casus dolaşıyordu. Bir sırtlanın ki gibi tiz ulumalarını hissedebiliyordun. Ulumaların ardından saldırıya geçerek, senin üzerinde; yeni çiziklerle kaplanan vücudunda, sızan kanlar içerisinde… haykırışların diğer seslerin hayvansı güçlülüğünde , bir ezik gb aralarında yok oluyordu ve kan kaybediyordun!!!

Kendinde, gücü barındırma niyetindeyken, bütün kemirgenler çevrende halka oluşturmuş, yaşadığın trajediyi desteklercesine; karalı bir duruşu takınıyorlardı… Labirentte sıkışmış havasız kalıyordun ve sona yaklaştığını bile bilmiyordun her şeyin ötesinde ve bu seni daha da kahrediyordu… “Lucretius” ’un desturunu hatırlamanız bile yeterli gelmezdi.. “Ben varken ölüm yok; ölüm varken ben yokum“…

O sıkıştığınız labirentte; bilinçsizce gelen sızlanmalardan başka hiç bir şeyiniz yoktu!!! Neyazık ki; derinden bir of çekecek bir zaman dilimiyle kucaklaşmanız an meselesi bile değildi…

Neye bile tutunabileceğiniz söz konusu bile olmazken, haykırışların bir yerlere ulaşacağı kandırmacısından kurtulabilmek ve acıyı en aza indirmek bile söz konusu değildi..

Değildi, değildi, değildi, DeğilDi…. Bu kadar sıkışmıştınız kuzum. Durum o kadar içler acısıydı…. Artık bu saatten sonra, değişebileceğinize inanmak ve çevrenizdekileri inandırmak koskoca bir yanılgıdan ibaretti… Taşıyabileceğiniz erdemlerin sizi sürüklediği yerle bir bak!!! Derinlerde sakladığınız o öfkeleriniz; erdemlerin arkasında gizlenmiş ve son saltolarını atıyorlardı. Ve Siz kısa güne pay olma niyetindeydiniz…anlaşılmay
an kısım ise; erdemleriniz var olan temel noktayı engellerken; neden takip ediyordunuz ???

İnançlar, ideolojiler, yoksa bir şeylere tutunabilme iç güdüsü mü?
Sizce de bunlar yeterlimiydi…
Bir şeyleri amaç edinebilmek için!!!!
Duruşlarımız kasım-kasım gorgoroth…
DeğiştiM, DeğiştiniZ, Değişti, DeğiştiK, DeğiştiniZ, DeğiştileR…
Her şey yerli yerinde, aynı boktanlık içerisinde yüzüveriyorsunuz…
Aksini iddaaha etmeniz bile söz konusu değil…
eğişiklik sadece, hayat içerisinde yer alan renk ve tatlarda; peki ya düşüncelerinizde!!!
Özünde değişmediniz, değişemediniz!!!

Ölüm+ü

Ruhum kargaşaların içerisinde; boğulup yok olmaya yüz tutarken.
Ölüm; arzularımın en zirvesinde, çırpınırken…
Ziyaretçilerin gelmesini engelleyen, hayat denen piçe hamileyken…
!!!
“Kargaşa gitti, senin ellerinde, neden olduğunu sorma!!! senin sıran…”
Siyah bir umutla korunmuş ben, başa çıkabilirim.
Yeter ki giderken bir ikonu bırak, soğukluğun içerisinde tekrar tekrar ısınabileyim…
Fazla bir zaman kalmadı hem…
Kulağını, dudaklarıma dayayıp, “bana yardım et! bana yardım et!” diye söylenenleri yakında hissedeceksin…

SON SENFONİ EŞLİĞİNDE

Intro


Uzun bir bekleyişin ardında gözlerimi araladım. Karanlık bir tünelde, ayaklarından yakalan bir kurban gibi geriye doğru çekiliyordum. İçten gelen tiz çığlıklar; tekrar bana ulaşıp sanki başkasından çıkmışçasına beni korkutuyordu..

Çıkışa doğru yaklaştığımı fark ettim. Dışarıdan gelen hava sirkülâsyonu, ıslak bedenimde bir soğuma hissi yaratıyordu. Bir parlama oldu aniden. Çevrem karanlık atmosferden kurtulup, grimsi bir haleye bürünmüştü. Akabinde görüntü berraklaşmaya başlamıştı. Bir günahkâr doğuyordu…

O koca ellerin arasında, at yarağına konmuş kelebek gibi duruyordum. Çırılçıplaktım. Uzuvlarımı seçebiliyordum. Bu benim bedenimdi ve ruhumu; yerin kat-kat altındaki dehlizlere atmışçasına bedenime sıkıştırıvermişlerdi… Beni temizleyip annemin kolları arasına tutuşturuvermişlerdi… Annemin gözlerindeki sevinç yığınağı, benim üzerimde; yıkımın son gölgesi gibiydi… Ağlamalarım; bir gitar solosundaki gibi yırtıcıydı… Zamanla birlikte düşüncesel girdapların içerisine yok oluyorlardı.

Gün geldiğinde; ayaklarımın üzerine basar oldum ve düşüncelerim dev kelimelere ve cümlelere dönüşüyorlardı. Kimi zaman utanç kaynağım, kimi zamanda neşe kaynağım oluyordu bu kelimeler; ta ki kelimelerin, havada kaldığı zaman dek..

Farklı oyunlar kuruyordum ruhumun derinliklerinde; ne de olsa çocuktum. En azından fiziksel görüntüm itibariyle, modu yakından takip edebilmeliydim. Misketler, teneke kutular ve kırık dökük şeyler, ilgimi çekerdi. Oyunlarım onlar üzerine kuruluydu. Misketleri rasgele dağıtarak tek bir nesne altında toplamaya çalışıyordum. Nitekim teğetsel bir dokunuşu, asla gerçekleştiremiyordum. Tenekeler ve kırık dökük şeylerde ise; kazıyıp altında bir sır bulmak istercesine çaba sarf ediyordum.. Bütün işlerim bitince; bir fahişenin cinsel sömürü sonrasında kıytı köşeye atılması gibi savuruyordum…

Yavaş yavaş değişim başlıyordu sanki… Artık sesleri inceler olmuştum. Bir arabanın sesi, oynaşan veledi zinaların sesi, kavga edenlerin derinden gelen böğürtüleri, kimi zamanda birbirinin üzerine abanmış çiftlerin, o hayvansı iniltilerini tanıyabiliyordum ve bu sesler bende, farklı şekillere bürünüp, başka kavramları doğruyorlardı..

Ritimler devreye girmeye başlamıştı… Kimi zaman kısa bir ritim, sürekli bir şekilde fakat aksak bir seyirde, çınlıyordu... Seyirci pozisyonundaydım…

Derken o ritimlerin eşliğinde bu sefer dramatik bir tat bırakan, piyano vuruşları ortaya çıkıyordu. Sefaletin içerisine sürükleniyordum…

Ritimlere eşlik eden diğer melodiler eklenip, temayı oluşturduklarında, artık senfoni başlayabilirdi. Perde!!!


Tek Vuruş Senfonisi

Tek vuruş her şeyi betimliyordu sanki…
Ritim önemli değildi…
Vuruş… Sadece vuruş…
Ritim akıcıydı ama vuruş belirgin ve keskindi.
Tiz çığlıklar büyüleyiciydi ama dinleti bir zehir gibiydi…
Zamanla kanınıza karışıyor, tümüyle hapsediyordu…

Küçük baloncuk önünüzden geçiyor, tekrar gülümsüyor ve… bir sik gibi!!!.., önünüzde patlıyordu… Sonrasında kendini, tınılara bırakıyordu ve arta kalan parıltıları ile… Ufak bir zümre; vuruştan sonra, ritmiğe ayak uydurup gözlerinizin önünde dans ediyordu sanki… Ve sonrasında; tekrar büyük yıkım perdeleniyor, sahne tekrar kaldığı yerden devam ediyordu…

Bulunduğum taburede, bir oyana bir bu yana dönüp duruyordum, etrafı gözlemliyordum yine… Tıpış tıpış gothicam, brutalic hard çocuğum boy gösteriyorlardı yine… An olduğu yerde sekip duruyor; bir sonraki vuruşunu sergiliyordu sanki…

İhtiyar gözümün önünde, soluklaşıp tekrar canlanıveriyordu… Bir sıkım limonata kıvamında, tekrardan kıvam salıyordu sanki… Yitik; karartıdan ibaret lekeli geçmişi olan, O OroSPu ÇocuĞu gençliğin hatırına… Son sönük kıvılcımlarını saçıyordu… Tekrardan o kor ışığı bulmayacakçasına…

Kendi armonimi yakalamıştım, o, bu, söylevler, görüntüler vs. vs… İçe nüfuz etmiştim, bulunduğum konum daha da sıklaşıyordu.. Görüş mesafemde, yönümü bulmaya çalışıyordum… Evet, Doroti yanı başımda, yönlü yönsüz çığırtanlıkların ardında…

Son dinlediğim solo akıp götürmüştü beni; bir tımarhanedeydim, yitirdiğim son hücreleri gözlerimin önünde devşiriyordu… Arta kalan bir şeyi bulmak istercesine yere kapaklanıp, görüntüler ardından ayrıştırmaya çalışıyordum… Bir tutam geçti elime; savurdum, başka bir tutam geçti elime, öylece kalakaldım… Doroti’den kalmış bir tutam… İçerisinde çok büyük bir enerji yüklüydü… Savurdum. Yapıştı… Savurdum tekrardan yapıştı, savurdum savurdum… En sonunda terk etti… Arta kalanlar arasında savurmak istediğim şeyleri aradım durdum…ama pek şanslı sayılmazdım görünenler doğrultusunda.....

Annesinin kollarında sütsüz kalan körpeciği… Bütün açlığını gidersin diye, yeni fahişeler getirmiştim… Kollarında pış pışlanışını izledim. Doyduğunu fark ettikten sonra arkamı dönüp uzaklaştım… Defetmiştim artık; annesinin kollarında sütsüz kalan körpeciği… Uzun bir bekleyiş ardında tekrar yok oldum…

“ Doroti memnun ol, iyi bir ölümdü ““ ama memnun değilim ve artık burada değilim ve sende burada değilsin!!... “ kısa bir yolculuğa çıkacağım, uzaklarda olacağım… Sonrasında sahne kaldığı yerden devam edecek… Sıçırtkanlık en üst seviye ye ulaşacak… Azizler tepemizde dolaşıp, son kez haykırıp, yok olacağımız dair bir iz bırakacaklar belki de… Ama bu bizim için önemli olmayacak, çünkü biz zamanla tekrar tekrar ortaya çıkıp; görüntümüzü gün yüzüne çıkartıp ve soluklaştıracağız…

Tek vuruş her şeyi betimliyordu sanki…
Ritim önemli değildi…
Vuruş… Sadece vuruş…
Ritim akıcıydı ama vuruş belirgin ve keskindi.
Tiz çığlıklar büyüleyiciydi ama dinleti bir zehir gibiydi…
Zamanla kanınıza karışıyor, tümüyle hapsediyordu…




Outro

Diğer gecelerden biraz daha farklı geceydi bu gece… Sakin bir geceydi ve ben balkon oturup zıkkımlanıyordum… Rüzgâr esiyordu ve soğuk bir biranın verdiği hisse eşdeğer kıvamda; rüzgâr tenimi yalıyordu, saçlarımı okşuyordu… Viranelerde birbirinden farklı trajedilere tanık oluyordum… Ama bu sefer tanık olduğum trajedi sanırım benimkisiydi… Bu Senfonide farklılık olduğunu hissediyordum, çünkü ruh bedenden ayrılabilme arzusu ile yanıp tutuşuyordu…

Balkondaki yerim, eşsizdi, düşesler bana eşlik etmekteydiler… Biricik fahişelerim... ikisi boylu boyuna sızmışlardı, her yanı pislik içerisinde olan yatağıma  ve sıçanlar kol geziyordu etraflarında... Onları geride bir yerlerde bıraktığım için; senfonin için hazırlanabilirdim…

Karşımdaki binayı seyrediyordum. Balkondaki sağanlıktan ilk önce alt katında yer alan fahişelerin müşterilerini içeriye alınırken olan dialoglarına tanık oluyordum… Küfürler havada uçuşuyordu. Fakat pazarlık yerini bulduğunda; yavşak yavşak konuşmalara yerini devrediyordu… nasıl katlanabiliyorlardı bu kadınlar, bu hayvanlıklara!!! Yokluktu sanırım yokluktu… Senfoni başlangıcını göstermeye başlamıştı. Kemanlarla açılış başlamıştı, arkasından çello- viyolonseller eşlik etmekteydiler ve kontra bass son noktayı koyuyordu…

İkinci katta gözüm ilişti ardından. Güney doğulu çocuklardan oluşan bir bekâr eviydi. Günün hâsılatı aralarında paylaşmaya çalışıyorlardı ama nitekim evin içerisinde duvarlarda birbirlerini tartaklıyorlardı. Aralarındaki mevzuları halledip, ellerine bağlamayı tutuşturup türkülerle mezelendiriyorlardı gecelerini… Tadını çıkartın sefalettin göz bebekleri… Ve bu kata ulaştığımda gözlerim ve düşüncelerim senfoni, farklı bir akıntıya sürükledi. Bir önceki enstrümanlara yenileri eklenip, senfoni daha da iç karartıcı hale doğru sürükleniyordu.

Üçüncü katta ise 30’lu yaşlarını aşmış, ayyaş takımı yer alıyordu. Kadınlı erkekli muhabbettin amına koyuyorlardı sanki… Bazen neşeleri yerinde, birkaç alıntı ve ya kendi aforizmalarını söylüyorlardı ve mahallede yankılanıyordu. Uç, sınır yoktu onlar için kendi dünyalarında, saltolarını kuvvetlice atıyorlardı. Topluma karşı olan anarşist yapıları, kendi aralarında söz konusu değildi, her ne kadar toplumun bir parçası oldukları halde… kendi aralarındaki duyarlılık veya kayıtsızlıkları, kıvamını yakalıyordu ve senfoniye etkilerini gösteriyorlardı. Artık senfoni onlar ruh haline bürünmüştü ve üflemeli çalgılar devreye girmişti. Ve melodiler kimi zaman coşkuyla kimi zaman hüzünle boğuluyorlardı.

Son kat tam karşımda yer alıyordu. Balkonun kapısı açık ve içeride taburenin üzerinde oturan bir adam yer alıyordu. Elinde bir şarap şişesi tutuyordu. Hızlı hızlı yudumlanıyordu. Bir saçmalık dalgası içerinde yüzüyormuşçasına… şişeyi ayaklarının dibine koydu ve taburenin üzerine çıktı. Daha önceden fark etmediğim halatı boynuna geçirdi ve…

Ruh bedenden ayrılabilme arzusu ile yanıp tutuşuyordu…
Ruh bedenden ayrılabilme arzusu ile yanıp tutuşuyordu…
“Ta ki ruh bedenden ayrılıp birkaç damla gözyaşı ile buluşana denk“sonrasında

geri Geri GERİ…

Görüntü kayboldu ve bir girdabın içerisinde bilmediğim yerlere sürükleniyordum. Ve senfoni Psychedelic bir atmosferde kulaklarımda yankılanıyordu… Görüntü birden gözlerim önünde yer alıp geriye doğru hareket etmeye başlamıştı. Üçüncü kat ayyaşlar, ikinci kat sefalete gebe kalmış çocuklar, birinci kat kenar mahalle orospuları… Ve film şeridi gibi görüntü bir aşağı bir yukarı hareket etmeye başladı. Defalarca gidip gelmekteydi… Senfoni kara ölüme eşlik eder bir şekilde ambient bir havaya büründü. Son geliyordu sanırım, karga vahşiliği ile bakınan gözleri seçebiliyordum. Film şeridi birden durdu. Hem de son katta… Ama son kat diye bir şey yoktu. Sadece boşluk vardı. Ben taburenin üzerine çıkmıştım ve halatı kafama geçiriyordum ve kayıtsızlık beraberinde eşlik ediyordu ve her başlangıcın bir sonu oluşuna izin vermeliydim. Ve gözlerim karardı. Ruh bedenden ayrılabilmişti…

Tekrar o tünelin içerisindeydim… Bu sefer ileriye doğru çekiliyordum. İleride bir yerlerde bir ışık zümresi yer alıyordu. Ona yakınlaştım ve tanrı bu olmalı dedim… Nitekim bir yanılgıdan ibaretmiş… yeni bir beden, yeni bilinmezlikler eşlik ediyor, tünele geri dönüp, arasında sıkışmalayım ya da tanrıları öldürebilmenin bir yolunu bulmalıyım… ve son vuruş...


Lekeli HuMMa

KAÇ... UZAKLAŞ...

Bulunduğum oda, üzerime çöküyor.
Tüm duvarlar beni ürkütüyor.
Bir ses çıkıveriyor boşluktan;
“ Hadi ne yapacaksan, yap “ diyor.

Birden gözlerim kararıyor,
Midem bulanıyor, başım ağrıyor.
İçimden bir ses;
Hadi onun dediğini yap diyor.



Derken kendime geliyorum.
Son bir gayretle, düşüncelerimi terk ediyorum.
Ve;
Üzerime düşen kasveti,
Bir çırpıda yok ediyorum.

Tam kurtuldum derken!!!!!
Birden başka bir ses.....
Çıkıveriyor aniden.
Bütün bağlantım kopuk,
Dinliyorum onu derinden.....

“ Boşuna mücadele etme “ diyor.
“ Yenilgiyi kabullenmen gerek “ diyor.
Birden sinirleniyor,
Haykırmaya başlıyor.
“ Hadi aşağılık herif kaç ” diyor.

Aşktan, Sevgiden, İhanetten,
Başa bela olan düşüncelerden,
Olasılıkların olmasını engelleyen gerçeklerden,

Hayata olan Kin ve Nefretinden....

Kaç..... Uzaklaş.....

İMGESİZLİKLERE .....

Kaç..... Uzaklaş.....

ANLAMSIZLIKLARA....

Kaç..... Uzaklaş.....

NEDENSİZLİKLERE......

Kaç..... Uzaklaş.....


LeKeli HuMMa

Bir Dizi Kelime ya da Düşünce

Kelimeler dökülüyor yine

Şuan tuttuğum kalemimden,
Düşünceler sırt çeviriyor
Zihnimin derinliklerinden
Kabullenmiyor kahrolası hayatı
Seçimi güçleştiriyor, her şeyi zora sokuyor…

Bir dizi kelime ya da düşünce var olmasaydı benliğimde
Ne zaman sorabilirdim ki kendime,
Benim benliğim nerede?

Diğer yandan düşünüyorum da;
Bir dizi kelime ya da düşünce
Var olsaydı bedenimde,
Ne zaman sorabilirdim ki kendime,
Benim ne işim var, bu insanların içinde?

İyi/kötü, eksi/artı, savaş/barış, sevgi ve nefret,
Bu tür ikilemler üzerine kurulu
Birinden birini seçmeye hakkın yok!
Ya ikisini seçeceksin ya ikisini…
Başka alternatif yol yok…
Sadece bir şey dışında karar verebiliriz…
O da hayatımızdan başka ne olabilir ki…

Ama bunu seçmeye taraftar değilim
Sadece mücadele edecek,
Gücü barındırmak niyetindeyim
Savaş ve barışta ölen krallar yerine,
Sadece mücadele eden savaşçıyı olmayı tercih ederim…

Ama şu da bir gerçek ki,
Elimdeki tercihler kısıtlı,
Karar vermem ise bir o kadar güç…

Tekrar kendimi toparlıyorum
Evet yine bulunduğum yerdeyim
Hem düşüncelerimde
Hem de var olmam gereken düzende…
Konumumu belirledim,
Ben son piyonum,
Adımlarım dikkatli ama
Fazla bir seçeneğim kalmadı…

Sınırlarım belirlidir
Bir satranç tahtası kadar
Bu sınırlarda dolanıyor
Sistem içinde yok olmamak için direniyorum


LeKeli HuMMa

Etin Durumu - Antonin Artaud

Yaşamı düşünüyorum. Kuracağım hiçbir sistem, hiçbir zaman denk olmayacak çığlıklarıma: yaşamını yeniden oluşturmaya uğraşan adamın çığlıklarına.

İçinde tüm insanların yer alacağı bir sistem düşlüyorum; fiziksel etleri ve yücelikleriyle, zihinlerinin entelektüel izdüşümleriyle.

Öncelikle göz önünde bulundurmam gereken şey, daha etkili bir anlatım bulamadığımdan 'yaşam gücü' diye adlandırmak zorunda kaldığım, akıl almaz insan çekimidir. Beni kuşatan bu tanımsız güçler. Havsalamın bir gün almak zorunda kalacağı, bir gün daha yüksek düşünceyle yer değiştirecek olan, bir çığlık biçimine sahip bu güçler. Zihinsel çığlıklar vardır, iliğin maharetinden doğan çığlıklar.

Etten söz ederken bunu anlatmaya çalışıyorum. Düşüncemi yaşamımdan ayırmıyorum. Düşüncemin etimdeki patikalarını, dilimin her titreşimiyle yeniden katediyorum.

Kişiyi yaşamdan, varoluşun sinirsel yayılımından, sinirlerin bilinçli bütünlüğünden yoksun bırakmak gerek; ta ki duyunun ve bilimin, iliğin sinirsel canlılığında saklı düşüncelere ilişkin olduğunu ve şu tümüyle zekâya ya da salt zihinselliğe iman etmekte olanların nasıl yanıldıklarını görebilsin. Her şeyin öncesinde sinirlerin bütünlüğü vardır. Bütün bilinçleri ve ette gizli patikaları içine alan bir bütünlük.

Ama bu et, daha doğrusu bu varoluş kuramına göre ben neyim? yaşamını yitirmiş ve her fırsatta onu yeniden yerine koymanın yollarını arayan biri. Ben, bir bakıma, kendi canlılığımın jeneratörüyüm: benim için bilinçten daha değerli bir canlılığın; çünkü o, başkalarında yalnızca insan olmanın bir yoluyken, bende bütün bir akıldır.

Bilincimin cehennemindeki bu gizli arayışım sırasında, saklı taşların çarpışmasına ya da alevlerin ani taşlaşmasına benzer patlamalar duyduğumu hissettim. Algılanamaz gerçekler gibi tansıklı bir biçimde can bulan alevler.

Ama kişi, ölü taşlardan bir yol boyunca yavaşça ilerlemeli, özellikle sözcüklerin bilincini yitirdiğinde. Bu, küçük hamlelerde büyüyen, tanımlanması olanaksız bir bilimdir. Ona sahip olan, onu anlamaz. Ama melekler bile anlamaz; çünkü her gerçek anlama belirsizdir. Açık zihin, maddeye ilişkindir. Belli bir andaki açık zihin, demek istiyorum.

Ama etin bana bir varlık metafiziği ve nihai bir yaşam anlayışı vermesi gereken anlamını soruşturmam gerek.

Benim için et, her şeyden önce idrak demektir; tüyleri diken diken ederek, saf etin bu manzarasının bütün zihinsel derinliğiyle, duygular ve duyumlar bakımından tüm sonuçlarıyla açığa çıkan et.

Ve duygu önsezi demektir, yani dolaysız kavrayıştır, tersyüz edilmiş ve içinden aydınlatılan bilişimdir. Bir akıl vardır ette, ama şimşek gibi hızlı bir akıl. Ve etin kışkırtması, zihnin yüce özü niteliğindedir.

Kim etten söz ediyorsa, aynı zamanda duyarlıktan söz ediyordur. Duyarlık, yani özümseme; ama örtük, gizli, derin, salt özümsemesi benim kendi ağrımın, ve nihayet ıssız ve biricik bilgisi bu ağrının.

Arthur Schopenhauer - Aforizmalar

 Soğuk bir kış sabahı çok sayıda kirpi donmamak için hep birlikte ısınmak üzere bir araya toplanır. Ama kısa süre sonra okların birbirleri üzerindeki etkileri görüp yeniden ayrılırlar. Isınma gereksinimi onları bir kez daha bir araya getirdiğinde okları yine kendilerine engel olur ve iki kötü arasında gidip gelirler, ta ki birbirlerine katlanabilecekleri uygun mesafeyi bulana kadar. Bunun gibi, insanların hayatlarının boşluğundan ve tek düzeliğinden kaynaklanan toplum gereksinimi onları bir araya getirir, ama nahoş ve tiksinti verici özellikleri onları bir kez daha birbirinden ayırır.
 Dünyanın özü kötüdür. Yapılması gereken en iyi şey yaşam istencini reddetmektir.
 Beraberinde getirdikleri umutlar ve korkularla akın akın gelen arzulara teslim olduğumuz sürece… Kalıcı mutluluğa ya da huzura hiçbir zaman kavuşamayız.
 Kim ne derse desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. İnsan hayatı bir tür hata olmalı.
 İyimserlik dinlerde olduğu gibi felsefe de gerçeklerin yerini almış temel bir yanılgıdır.
 İnsanları tanıdığımdan beri hayvanları severim.
 Dinler ateş böcekleri gibidir: Parlayabilmek için karanlığa gereksinim duyarlar. Tüm dinlerin koşulu yaygın olan belirli bir derecede cehalettir. Ki sadece bu havada yaşabilirler ancak.
 Otuz yaşıma gelen kadar öyle olmayan yaratıklara eşitimmiş gibi davranmaktan bıkıp usandım. Bir kedi genç olduğu sürece kağıt toplarla oynar, çünkü onların canlı ve kendine benzer bir şey olarak görür. İnsan denen iki ayaklı hayvanlar da benim için aynı şeyi ifade ediyor. (Kaynak: Manuscript Remains)
 İnsanlarla kurulan neredeyse bütün bağlar bir kirlenme, bir pislenmedir. Ait olmadığımız acınası yaratıklarla dolu bir dünyaya indik. Daha iyi olan az sayıda insana saygı duymalı ve değer vermeliyiz; gerisine talimat vermek için dünyaya geldik, onlarla arkadaş olmak için değil. (Kaynak: Manuscript Remains)
 Ben kalabalıklar için yazmadım… Çalışmalarımı, zamanın seyrinde nadir rastlanan istisnalar olarak ortaya çıkacak düşünen bireylere miras bırakıyorum. Onlar da benim gibi ya da gemisi batıp ıssız bir adaya çıkan ve kendisinden önce aynı sıkıntıları yaşayan birinin izlerinin, ağaçlardaki bütün papağanlardan ve maymunlardan daha fazla teselli sunduğu bir denizci gibi hissedeceklerdir. (Kaynak: Manuscript Remains)

vE An GeLDi …

 
Uçuşan küllerin havada savruluşunu izlediğimde, bir an bende savurmak istedim düşünceleri, belki bi yerde, yerini bulabilirler diye… Bunaltıcı havanın tenimi yalayışını hissettim ve söndürmek istedim… Küllerin ardında saklanan biramı gün yüzüne çıkartıp, ebedi huzur müspette sine erişmesini yeğledim.

Midem kazınıyordu ve bi an önce bastırmalıydım. mutfağa doğru yöneldim sonra elimde bir şişeyle oturuverdim yerime… açlığım tekrar yok olmuştu onu tekrar gördüğüm anda… öyle yanı başımda küllerin ardında konumlanmıştı. Bakınıyordum, o ise öylece duruyordu… Sessiz; içten gelen tiz kahkahaları, beynimi patlatıyordu ve fazlasıyla rahatsız ediyordu. Sarıldım susturdum onu… anların içerisinde; küçümsemelerin ve bencillikleri ile beraber, yeni bir veledi zinayı peydah etmesine izin veremezdim…

Tanrıyı görüyordum, dumanlı diyebileceğim olguların ardında… gözlerimi alıyordu ve loş odamın içerisinde düzeni bozuyordu… atmosferi bozmasını istemedim, konumlandı bi yere ve artık tanrının görüşünde, veledi zinaları tartaklayabilirdim… Ve an geldi…

Fularını, bi halat gb geçirmişti kafasına, bi ceset gb karşımda pervazsızca duruşunu sergiliyordu… yerinden çözdüm ufak bir öpücük kondurdum ve sonrasında iteledim yatağıma … istediğini almak mı istiyordu? Alacaktı ve aldığıyla kalakalacaktı… Hesaplaşmıştık ve bitti değil mi?

Yarım saat olmamıştı eve geleli ama bir türlü anı yakalayamamıştım… daha öncesinde kalan zaman diliminden habersizdim… an sıkışmıştı sanırım… su an bulunduğum zaman diliminden öncesi yok gibiydi… kanepeye uzanıp kestirmeye çalıştım ama başaramadım.. ilgilenecek bir şeyler aradım ama bulamadım… aklıma içmekten başka bişey gelmiyordu… sarıldım hemen alkole… ilk yudum ve ilk düşünce, ikinci yudum ve ikinci fırtına, üçüncü ve. Ve. VE….. kahretsin!! duvarda paraladım. Çok fazla abanmıştı düşünceler, alcholü kendi avantajında sürüklüyordu… duvarda yer alan görüntü, sıçıp batırılmış bi hayatın izlerini çok güzel bir şekilde sergiliyordu… ve an geldi…….

Işıltılar yüzünden, gözümü aralayamadım.. biraz daha alıştıktan sonra bakındım ve nerede olduğumu anlayamadım!! Hasta bakıcı odama girdiğinde; odamda olmadığımı gayet iyi anladım… gür toparlak birisiydi… bi kaç ilaç ve su getirmişti bana… bi sik anlamasam da bile; olması gerektiği gb, hapları yuttum ve arkasından suyu alabora ettim…arkasını döndü ve uzaklaştı.. kapının gıcırtısı ile sonlandı… gözlerim tekrar tanrının gülümsemesiyle karardı…

Daşşak geçiyordu sanırım, onun bunun oğlanı; kızıl gezegendeydim sanırım… derim, laçka olmuş, babaannemin götüne dönmüştü… yürüdüm ve yürüdüm… önüme iblisler toparlanmış, kısa günün hissesini güdüyorlardı… niyetim yoktu hisse olmaya, hemen uzaklaştım… anlam veremediğim bi varlık cıktı karşıma duraksadım ve inceledim… çift kafalı, çift karakterli , çift ruhlu artık ne sik derseniz ikilemlerin yansıması gb.ydi açıkçası… soluğumu hissetiler, soluklarını hissettim. Tekrar kayboldular.. yürüdüm ve yoq oldum… ve an geldi…

Al-ver, Al-ver, Al-ver… bedenim üzerinde oynuyordu keratalar… sonuncuyu tükettim ve rahata kavuşmuştular… ufak bir perde aralandı yanıp sönen ışıklar… doroti yanı başımda, bütün sıçırganlığıyla; pöfff yoq muydu o yarım kalmış gülümsemesi…. Doroti dorotiiii!!!
Nabzım düşmüştü yine sanırım, başıma dikilmişti yine keratalar… bu sonuncuydu sanırım, son kez hayat verdiler, akan şarabın kızıllığında… uyudum ve uydum..

Bir kaç hafta olmamıştı sanırım hemen toparlandım neredeyse… bahçeye çıkmış hava alıyordum kaçıkları izliyor onların arasında ne işim olduğunu anlamaya çalışıyordum.. ve an geldi…

Doroti ağaçların arasından gülümsemesini fark ettim. Yakınlaşmaya çalıştım; o ise uzaklaştı… takip ettim… uzakta bir yerlerde konumunu almış beni bekliyordu… son satırı gerçekleştirebilmek için.. ve an geldi…

Ölü gb bakan gözlerinin ardında, kahverengiye çalan dişleriyle o pis sırıtışını sergiliyordu yine.. üzerinde yine aynı paçavra, saçında aynı eskimiş toka öylece duruyordu… cebinden zorla çıkardığı cigarasını yakıp daha sonrasında bana uzattı. Dumanlar yükseliyordu ve bizde onlara eşlik ediyorduk, bütün tutunamadığımız noktalarımızla.. TuTuNaMAyAnLarA!!!

Çok fazla yükselmiştik ve artık hiçbir şey görüşümüzde değildi.. bir çok müsvetteyi sn’ler önce ait olduğu çukurları havale etmiştik. Azaplarını çekiyorlardı o kokuşmuş çukurlarında. Birbirlerinin iblisleri olup, yüzleri tekrar meleğimsi bir ifadeye büründürüp, tutundukları şeylerle tatminkarlıklarını sürdürüyorlardı..

Ara sıra o sikik gülüşlerini peydah edip gecemizin m.q lardı sanki….problem değildi, sadece gürültü yaratıyorlardı….çek çek, köşeye çek, orda süprüntü niyetine kullanıyorduk ve an geldi…

Doroti kusmuğumsu düşüncelerini yine ortaya saçmış, o orospu çocuklarından bahsediyordu. Kalkıp uzaklaşmak istedim… zaten fazlasıyla çevremde barınıp oksijen tüketiyorlardı, birde bunların üzerine Doroti eklenince safha bir üst kademeydi…

Yeter sus dediğimde, dona kalıp tekrar gevelemeye başladı, toparlamaya çalıştı ama yerinde değildi az önce sıyırmıştı kroşe ve beraberinde yalpalanıyordu… gözlerini açtığında üzerine abanışımı, tekrar kayboluşumu hissettim… koluma uzanıp çekiştirip, son bir şeyleri peydah etmek istercesine kulübesine yanaştı ve dile getirdi söylevleri ve tekrar kayboldu, ve kaybolduk…


LeKeli HuMMa

İntiharcı Çocuğun Son Günleri



Kendimi görebiliyorum şimdiden
bütün o intihar günlerinden gecelerinden sonra
canı sıkkın, tapon bir hemşirenin elinde
(o da ancak şansım yaver gider, ancak ünlenebilirsem)
o kupkuru huzur evlerinin birinden taşınırken...
tekerlekli iskemlemde dik dik oturur...
gözlerim kafatasımın karanlığına kaymış, neredeyse kör,
azrailin göstereceği merhameti beklerken...

'Ne güzel gün değil mi Bay Bukowski? '
'Yaa, evet öyle...'

çocuklar geçer gider, ben yokum bile
tatlı kadınlar geçer gider
kocaman kızgın belleriyle
sımsıcak kalçalarıyla taş gibi kızgın heryerleriyle
sevilmek için yalvara yakara
geçer gider kadınlar, ben—
yokumdur bense.

'Bu üç gündür çıkan ilk güneş Bay Bukowski'
'Yaa, evet, öyle'

İşte oturuyorumdur tekerlekli iskemlemde
bu kâğıttan daha beyaz,
kanı çekilmiş,
beyni gitmiş, kumarı kesik, ben, Bukowski
bitmiş, gitmiş...

'Ne güzel gün değil mi Bay Bukowski? '

'Yaa, evet, öyle...' derim, pijamalarıma işerken
salyalar akar ağzımdan.

İki öğrenci koşarak geçer gider.
'Hey, gördün mü şu moruğu? '
'Yaa evet, midemi kaldırdı valla! '

bütün o intihar tehditlerinden sonra
başka biri intihar etti
sonunda yerime...

hemşire tekerlekli iskemleyi durdurup bir gül koparır
verir elime.

anlamam
ne olduğunu bile. Bilmemnem olsa farketmez
neye yarayıp neye yaramadığına bakınca.
Charles Bukowski