Mutsuzluğun Bilinci – E.M. Cioran

Her şey, unsurlar ve filler, seni yaralama da elbirliği ederler. Burun kıvırmanın zırhına mı bürünmelisin? Kendini bir tiksinti kalesinde tecrit mi etmelisin? İnsanüstü kayıtsızlıklar mı düşlemelisin? Zamanın yankıları seni son yokluklarının içinde de mağdur edeceklerdir. ..


Kanamanın önüne hiçbiri geçemediğinde, fikirler bile kırmızıya boyanır, ya da tümörler gibi birbirinin üzerine tırmanır. ..

Eczanelerde varoluşa karşı hiçbir özel ilaç yoktur – yalnızca palavracılar için küçük ilaçlar…

Peki, berrak, alabildiğine eklemlenmiş, vakur ve kendinden emin ümitsizliğin panzehiri nerededir?

Bütün varlıklar mutsuzdur; ama ne kadarı bunu bilir? Mutsuzluk bilinci, bir can çekişme aritmetiğinde ya da devasızlık sicilinde boy göstermeyecek kadar vahim bir hastalıktır. Cehennemin itibarını düşürür ve zamanın mezbahalarını kır şiirlerine çevirir.

Hangi suçu işledin de doğdun?

Hangi suçu işledin de varsın?

Acında kaderin gibi sebepsiz. Hakikaten acı çekmek, nedenselliği bahane göstermeden dertlerin istilasını kabul etmektir; çılgın tabiatın bir lütfu gibi, bir negatif mucize gibi…

Zamanın cümlesinde, insanlar virgüller gibi yer alırlar; sense onu durdurmak için, nokta olarak hareketsizleştin.

Çürümenin Kitabı – E.M. Cioran (Syf:32)

Karalanmış bir veda

Acı çekilen her saçmalığın içerisinde; ruhuna işleyen bu kokuşmuşluğu nasıl göz ardı edebilirsin? Özgürlüğün kamuflajında saklanan, bu cesetleri..


Daha dün! dünyevi olabilecek olguların arkasında yer alırken, bugün zamanın yorucu hasattın da, mahsulsüz öylece kalakalıyorsun!… Acı olan bu yaşamın özünden, isteklerini gün ve gün yitiriyorsun.. Ve sonucunda nihai yorgunluk; ardındaki işlenen bu cinayet, belirsiz kör bir ışık, seni bekliyor. Özünde seni.. Bir yamyam gb sömürüyor. Ve arkasından geviş getiriyor.

Benliğinde yer alan; boşluğun bütün uzuvlarını kapatacak, bir örtü bulacağını mı sanıyorsun? Yaşantının içerisinde onca ömüre dağılmış olan; birbirine benzeyen karalanmış vedalarla, bu yaşamı tüketmeyi mi düşünüyorsun?

Modern ölüm anlayışı bu olsa gerek. An ve an, bir-bir tüketilmek…Ümitsizliğin reçetesinde yer alan, ilk ve son kelime; “tüketilmek” ve “bu acıya son verebilmek” … Yitir dostum yitir!! Elindeki reçetenin, senin soluklaşan can çekişmelerinin, azdığı ana denk.. Yitir..

Şarabın kanımdaki arzuları fışkırtan seyri içerisinde, sizlere sesleniyorum yine, aynı sakar ve körelmiş tümcelerin içerisinde…

Karalanmış bir vedanın değersizliği, kısa ve öz bir dille Hamletçilik olarak görülür. Düpe düz bir hayat içerisinde yer alan, bütün gerçeklerin içerisinde, karalanmış bir vedanın, yerini dolduran, bir sürü acı ve ızdırap var.

Düşüşün romantizminin geçebileceği, en son mutlak labirent, bir tek orası var!! Yaşadıklarına karşı serbestleşmen gerekiyor. Özgürlüğün kamuflajında saklanan, bu cesetlerin, mezarlığında yürümen gerekiyor… Bak! Görüyor musun? Karalanmış bir veda, daha! Seni terk ediyor…

Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Yıldızlar Düşecek

Bazen hayatın içerisinde yer alan inişli çıkışlı yolculuğun ortasında; yolu ortalamış, hangi yöne bile gideceğinizi bilmeden, öylece kalakalırsınız. Ne size bakınan gözler, ne de hiçliğin coğrafyasında yer alan sizin gibi ölüler; ölçülebilir bir yansıma bırakabilir.


Uzamın paradoksal sancılarında bile, dokuz doğurmuş gibi öylece kalakaldığınız yerde bütün hezeyanlarınızı öylece peydahlarsınız, mikronsal görülebilecek bir yalnızlığınızın içerisinde…

Bazen çok mu çok uzun zaman geçer öylece yolun ortasında ilerleyip; kendinizi tecrit ederek sürgünde geçirirken… Gecenin içim–içim gelen karanlığında, yoktur sizi çimdikleyen..

Derken görüşünüz kısıtlanır, gecenin bilinmez karanlığında ve sessizliğinde bir ürperti doğar içinizden. Yavaş-yavaş yürüyüşünüzdeki senkronizasyon kaybolur, kaçışın nedenselliğini bilmeden koşuşturur bulursunuz kendinizi.. Hızlıca akıp giden bir solonun vahşiliği içersinde, delicesine koşuştururken.. yorgunluğun yaratığı, bu flu izdüşümün içerisinde, dinginlik tekrardan ele geçirir benliğinizi. Yine yolun ortasında öylece durmuşken…

Peki? Bizim gibi öylece uzamda asılı kalmış, sönük bir iz bırakan “Yıldızlar” ne zaman bizim gb düşecek!..

Gecenin zifiri karanlığında
Uzanmış olduğum yamacın ortasına
Bir yıldız düşecek
..Acı dolu ve yavaş bir ölümle yüzleşecek
İstenç bu değil miydi?
Yüzeye inebilmek yada yüzeye çıkabilmek.
Bu katmanda özgürce yürüyebilmek??
Paralel olan
ama
Farklı bir düzlemde duran
Bu Yıldızlar
Elbet de bizim gb düşecek…
Düşüşün ağır tahribatını bilmeksizin
Net görünmeyen
Düşlediği gibi olmayan
Bir düşüşün içerisinde
Lime-lime edilmiş
Düşmüşlüğün ..
Savunmasız ve çaresizliğin akıbetinde
Öylece gerçekleşen
Cinayetin içerisinde,
Karalanmış bir veda ile
Yıldızlarda elbette bizim gibi
Düşecek ve sönecek…

Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Hedef Boş..

Intro

Merkezinde yer alan kaçışın içerisinde,
Bir fişeğin savrulmasını andıran,
Aksak-aksak yol alan
Bu, düşüşün içerisinde
Hey Sen!!
Tescilli Kaybeden!
Kendini imha etme kaynaklarını
Bulabildin mi?
Çok uzaklar?
Ama …
Ama… Yine de, seni çağırıyorlar!!
Denizin ötesinden haykırıyorlar.
Ama
Yine de..
Hedefini Bulacak mı?
Asla Bilmeyeceğim
Uzaklardan patlayan fişeğin,
Sesinin, neden bu kadar geciktiğini..

FiŞeK

Tonlamaların yarattığı yoğun buhranın içerisinde, zaman ve mekânın tepe taklak olduğu bir gece de; sanrıları bile yerinden kudurtan bir fişeğin çıkardığı gümbürtüyle, yerimden kalkıp, birazcık da olsa, sendelendim… Alışagelmiş, sakarlığın zerresinde…

Tekrar ve tekrar, bir çıtırtı duydum o gece.. Peki sen duydun mu? Bir fişeğin çıtırdayışıyla, her şeyin öylece “pıt” diyip, soluksuz kalan, anlamsızlığı bile hiçe sayan, terk edilişini… Bir canavarın yarattığı vahşiliğin içerisinde, en sonunda, ruhum bedenimden kaçabilmiş!! barutun fişekten kaçabileceği bir derece de..

İçeride her şey, anormalliğin “Tam da budur!” diyebildiği noktadayken; dışarıdan bakıldığında, hiç mi hiç değişmemişti. Ve iştahımıza boyun eğmiştik, çarpışma gittikçe şiddetleniyor..

Outro

Düşüşün romantizmini,
En uykulu hallerim de bile,
O can çekişen
Ölme sınırında;
“O”
Aynı nostaljiyi…
Tekrardan, canlandırabilir mi?
Ölü bir cenin!!
Soğuk siyah gökyüzüne uzanıyor.
Ama
Yine de..
Hedefini Bulacak mı?
Oyunu oynayan,
Mutlaka ölmeli!…
Bu umutsuzluğun
Mutlaka bir vurgusu olabilmeli..

Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Mavi Kuş - Charles Bukowski


Mavi bir kuş var yüreğimde çıkmaya can atan.
Ama ben ondan güçlüyüm, kal, diyorum ona,
Kimsenin seni görmesine izin veremem.
Mavi bir kuş var yüreğimde çıkmaya can atan.
Ama viski döküyorum üstüne sigara dumanına boğuyorum,
Fahişeler, barmenler ve bakkal çırakları hiç bir zaman bilmiyorlar onun orada olduğunu.
Mavi bir kuş var yüreğimde çıkmaya can atan.
Ama ben ondan güçlüyüm, yat lan aşağı, diyorum ona,
Ocağıma incir dikmek mi niyetin?
Avrupa'daki kitap satışlarını sabote etmek mi?
Mavi bir kuş var yüreğimde çıkmaya can atan.
Ama zekiyim, sadece geceleri izin veriyorum çıkmasına, herkes yattıktan sonra.
Orada olduğunu biliyorum, derim ona, kederlenme artık.
Sonra yerine koyarım yine ama hafifçe öter.
Tamamen ölmesine de izin vermiyorum ve birlikte uyuyoruz, gizli antlaşmamızla ve insanı ağlatacak kadar güzel,
Ama ben ağlamam, ya siz?

Buk.

Umutsuzluk Dolu Kalplerimiz

Dalgaları yönlendiren, benzersiz bir oluşumun içerisinde yer alan;  sürgünlüğün keyfi içerisindeydim. Varsallığın tüylü değnekleri tenime iliştiğinde, bu zorunlu kılan düşüşün içerisinde; uykusuz bekleme haline geçiverdim.

Uzuvların bu durağanlığı, okuyup da uçup giden;  bir dizgenin kendisi midir? Bilmiyorum.. Ama en bulanık titreme nöbetlerinde,  hiçlik senin peşinden gelmektedir.. Bekareti kaybeden kızın; tıpkı ilk büyük hormonsal keşfin eşiğindeki gibidir her şey... Anda türetilmiş olan, paradoksun içerisinde sürüklemektedir..

Yeter ki!!
Yaşamın, arkasından sürün!!
Utanılacak hiçbir hayat var…
Soluk alan her şeyin dokusu,
Tozların , külün bile!!
Körsel bir diyalogun içerisinde
Katledeli belir...

Üslubun dağıldığı bir süreç de, dizginlerin eline alınan bir öpücüğün sersemliğin içerisinde,  yokluğun veya yoksunluğun hastalıklı cazibesinden sana sesleniyorum… Varsallığın gerçekleştirebilecek olgusunda bile, hiçbir olgu asla yanımda değil..

Vaktiyle bütün idealler,
Hatta! Her fiil..
Düşüncelerimde belirdiğinde,
Karıştırırken hep kirlenen,
Bir suçluya dönüşüp
Sınır konmaksızın,
Cinayet işlediğinde;
Her şey o olur…
Kendi sayıklamalarımın zerresinde
Ve
İnsanlık böyle ilerler..
Bir haşerenin teşebbüsleriyle…

Sürgün-ü İtfah – II

Yırtmacı olmayan,
Vasat bir fahişenin görselliği içerisinde;
Hayatının içerisinde yer alan
Tüm gerçeklerin,
Sürtünüşlü halleri,
Hiçliğin ufkunda,
Az soluk alınan, tatlar bırakabilir mi?

Bırakın genişlesin,
Ve
Sizi özümseyebilsin…
Çölleşmiş bu noksanlığın içerisinde
Sürgünde geçirebilsin…

Tiksinti ve yaşamda yer alan
Acının zerresinde
Mutsuzluğun reçetesiyle dolaşan
Dipsiz bir kuyu bulabilen
Hastanın;
Özgürlüğünün
Gelecekle değil de,
Geçmiş ile
Devrine bilmesi ne garip!..

Daha sabah!
Çıkarmıştım böğrümden serçeleri..
Kurtlanmış ilişkilerinin
Tünediği o köhne yerde..
Labirente ilerleyen
“O”
Boşluk..
Gizil bir ürperti içerisinde,
Canımı incittiğinde;
Yokluğun negatif dayanışmasında
Bu Terör’ün
Vahşetinde.
Boşa çıkma tehlikesiyle
Doğurgan cehenneme doğru ilerliyorum

Soluksuz kalsın!!!
Hiç tasarlanmamış gibi,
Rahatça boğulabileyim…

Uyanışın Acı Alayı..

Kefareti bile olmayan bir düşüşün içerisinde, aforoz edilmiş bir keşişin bilincinde, kör bir umutla, yoluma  devam ederken;

Derinlerde, aperatif bir yolla alınan, hiçliğin özümsemesinde neden bu kadar çürümüşlük kokar??? Neden bu kadar? Çaresizlik!! Uzun boşluklar bırakarak; yurtsuzluğun iki numaralı saklanmış giysisinde, art bir düzlemde bulanabilir!!!

Uzun bir ara değildi bu, daha sabah kovmuştum lanetleri… Ne dilsel ne de fiziksel bir dille, dile getirilmeyen sözcüklerin içerisinde; musallat olmuş bir iblisin verdiği vahşetin eşiğinde, günüme dair ölümümü gerçekleştiriyorum yine…

Halbuki ne kadar istemiştim değil mi?
Uyanık olmayı..
Bu karanlık kabustan, bir an önce, dışarı sızabilmeyi…

Halbuki ne kadar istemiştim değil mi?
Uyanık olmayı..
Uyanışla gerçekleşecek
Bir düşüşün içerisinde, bile-bile , lime-lime olmayı…

Ama bu belirsizliğin kadehinde;  Uyanışın..  Kolektif bir yalnızlığı doğurduğunu görünce, vazgeçmek için birazda olsa direnebildim.

Bu düşlerin ve düşüşlerin
Sabit noktasının
En ücra noktasına denk,
Parçalanabilecek bir şeylerin
Kalmadığını görebilmek
Büyük bir trajedi…
İşte bu !!
İnsanlığın mutlak sonu ve teslimiyet…

Ama… Anımsıyorum..

Tonlamalardaki boğumsal noktalar
Ufak bir zümre ile gözümün önünde paralandığında;
Bu dil!
Perspektifin yaratığı iz düşümde,
Bir düşü mü?
Yoksa!
Bir düşüşü mü sergiliyordu!
Bilmiyorum…

Ama..
Anımsıyorum…

Onca yola dağılmış olan,
Kanatlarımın serüveninde..
Hiçliğin coğrafyasında geziniyordum.

Ama..
Yine de..
Anımsıyorum…

Meçhule doğru bir mücadele
Ve son opera
Orda öylece duruyordum..
Ve ben!
Uzamın gölgesinde,
Son dehşetin doğurduğu
Boşluğun tomografisi ile
Hiçliğin kavramsallığa büründüğü bir anda
Terk ediyordum…
Ve
Elveda!
bile demiyordum..

Ama..
Anımsıyorum…


Ertelenen başka bir sonu gerçekleştirmek için
Daha ne kadar
Kurban edilebilirdim,
Yalvaç olan bir ömür bile olsa
O kadar üzülmezdim.
Ama!!
O tonlamalar…
Sessizliğin içinde gıcırdayarak
Ruhuma işlediğinde;
O ürperti canımı incittiğinde;
Hiçlik O olur..
Sevindiğimi veya hüzünlendiğimi bilemezdim.
Kâh
Hiçliğin zarafetinde,
Kâh
Hiçliğin dehşetinde…

Ama..
Yine de..
Anımsıyorum…

Düşlerin veya düşün benim üzerimde
Gerçekleştirdiği cinayetinde;
Sek bir kahvenin meziyetinde,
Kırılmaya çalışan bilincin zerresinde;
Benliğin
Kanı çekilmiş bir halde
Aynı ters dönüşü gerçekleştiriyordum…


Ama..
Anımsıyorum…
Ama..
Yine de..
Anımsıyorum…

Bu yankılanan sesleri
Gerçekleşen bu cinayeti…

Lanet

Ufak bir kaçışın,
Oluşturabileceği tahribatı bilmeksizin,
Gelecekte ona bir yer belirledim.
Uzun mu uzun…
Arşın-arşın ilerleyen
Bu  zamanın gölgesinde..

Yakınlardan gelen fırtına,
Gözümü korkutmuyor, benim!
Ne de olsa
Fırtınayla coşan arzu silsilesinin içerisine,
Enjekte ettim düşüncelerimi.
Fazla sürmez, arzuların yegane katili,
Bir-bir hakkından gelir düşüncelerim.

Ağaçların sık dallarına saklanan çocuk!
Bu kaçıncı lanet,
Seni ebediyen kovalayan?
Bu kaçıncı, düşüncelerimle işlettiğin cinayet?

Çocukluğumdan beri; akrep ile yel kovan birbirini kovalar durur. Nitekim, kimdir kaçan? Peki kimdir kovalayan?…   Süreçlerin ve anlamların devinimleriyle dolu olan bu uzamın kalesinde; acayip bir gösteri önümde devşirir durur.. Ama sırayı kaçırdım! Bu seninki miydi? Yoksa benim mi? Gri ise benim, kirli pembe ise senindir, ikonlarımız…  İzah edilmeyen melezliğin zerresinde..

Tüm uykuların sonu, göz kapaklarının aralanışı ile biter… Reel bir kâbus gibi kapaklanır ince cılız düşlerimize… Bu boşluğun içinde serpilmek ve sık dalları olan ağaçlara tünemek fikriyle, az önce gerçekleştirdiğim tahrik, çıkrığından ayrıldı ve içimdeki boşluğun gediğine doğru  tökezlenmekte..

Sakın sorma nerede diye? Şimdi pek vaktim yok! Sadece daldan tünediğim yerden bakınıyordum.. usulca, sessizce, farklı bir incelikle..

Mühim olan,
Kaçışın yeri değil!
Hiçbir değer taşımayan gerçekliği ile
İşte o!

Aslında kaçış!
Anlatamadı!!
Hem de! Hiç kimseye!
Kaçışın bir tercih,
Tercihin! Kaçışın laneti betimlendiğine…


Bozuk bir Reaktörün Güncesi

Geliştirilebilecek yapısal bir teori içerisinde,
Yer almadan
Bir rehine gibi ,
Uzamın gölgesinde saklambaç oynuyordum

İçimdeki sesin
Saldırılarına tanık oldum
Dün gece.
Bu bir fısıltıdan mı ibaret?
Yoksa!!
Ölçütü olmayan bir çığlıktan mı ibaret!!

Mat bir şekilde donanmış
Görüşümün iz düşümünde;
Daha
Sabah,
Boğazlamıştın
Beni ürkütebilecek gerçekleri…
Nitekim yeterli gelmiyor yine,
Etin verdiği çürümüşlük ile,
Kitlelerin arasına kaynaşıveriyorum

Ardı ardına dizilen dalgalar,
Geri gitmeden önce;
Bozuk bir akordun tonlaması içerisinde
Zor akılda kalan bir yansıma bırakıyor.
Akabinde;
Ve bütün gökyüzü yanıyor..

İlizyonik bir gösteri değil bu!
Ve
Gökyüzü yanıyor!
Birkaç kül bırakıveriyor,
Yıkıma neden olmuş
Bu tesisin içerisinde..
Cesetler öylece yerli yerinde yatıyor…
Bozuk bir reaktör güncesinde..

Pastel’in…

İçsel sesin zihnimde yankılanması ile
Kayıtsızca öle kalakalmıştım.
Bu kaçıncı, canımı yakan..
Bu kaçıncı özümden lime-lime koparan..
Aşüfteliği sığınmış; hayat denen köpeğimin ihaneti..

Uzun dar bir boğaz,
Soluğun uçurumunda dayanaksız olarak..
Aşağıya doğru uzanan bilinen karanlığın içerisine,
Beni zorla itelemekte…
Soluksuz kalsın, boğulup bir önce gidebilsin diye..
El yordamı ile yokluyor
ve
Yer alan bütün acıyı ve kederi, üzerime örtüyor.

Kişisel bir ritim bulmuşçasına,
Hep aynı hüzünlü şarkı söyleniyordu bu derinliklerde.
Uzaklarda saklanan gizin verdiği incelikte,
Ruhunuz bir bir özümseniyor.
Yeni mabetler gün ve gün ekleniyor.
Her şeyde ayrı bir yamyamlık sürdüyor.
Özümse! Özümse!.. Özümse!..

Derken!
Delikten bakan arkadaş,
Usulca derinliğimde, kendine yer açmaya çalıştı.
Ne güldük,
Ne ağladık,
Ne de düşündük;
Geri kalanı siz düşünün artık!!
Çığlık ve fısıltı arasında, gidip gelen bu yaşamın zerresinde…

Acıyı ve her şeyi bu kadar farklı bir incelikle sergileyen
Kışın, solgun görünümünde;
İçimdeki Pastel’in;
Yarattığı fule halesinin gölgesinde,
Kaldığım sığınaktan
Sessiz bir hiçliğin ağını örüp
Beni içine hapsetmesini
İzin verdim…


Çektiğim acı ve keder
Apayrı bir kurum oluşturuyor.
Bölünmüş bir durumda
ve
İlk bütünleşmelere ait tutkularının,
Hepsini yerle bir edebiliyor…


Hey!!
Sen!!
Pastel tonlara bulanmış kuş,
Darmadağın etme biçiminle
Seni her şekilde
Seviyorum.
Ters çevirilince bile
Verdiğin acı aynı ekseriyetinde…
Ölen bütün kanatlarının zerresinde,
İçinden geçerek sana sesleniyorum…

Renklilik veya canlılık değil benim istediğim.
Aslında bir sözcük bile değil!!
Sadece oralarda bir yerlerde
Olabildiğince kapaklanmış,
Pastel bir tonun yarattığı çıkının içerisinde;
Bir böceğin vızıldamasını andıran bir dille,
Beklide anlaşılmaz mektuplar yazıp,
Sana farklı bir yansıma ya da tonlamada
Bir kuşun tünediğini hatırlatmak istiyorum..
Bu tonlamaya veya yanılsamaların
Yarattığı histerikle…

Kemikleşmiş..

Yer alan rolsüzlükteki
Belirsizlikteki bir yer burası…

Boşluğun; boş değil yükü.

Dile getirilen bir ağız olmaksızın
Kemikleşmiş bir yaşamın zerresinde;
Fısıltılar ve çığlıklar
İçsel bir girdabın
Öznenin içerisine enjekte edildiğinde!!

Söyler misin?
Gizil bir anlatı içerisinde,
Can çekişen ve zamanla kemikleşmiş
Bir cesetin zihniyetinde,
Tanınmayan varisler senin yerini tutabilir mi?

Başlangıcından bu yana
Ruh bedene sıkışmış
Kemikleşmişin hapishanesinde…
Düşsel bir kompozisyonun içerisinde
Varsallığın olmayan penceresinde
Hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olabileceğine inanarak;
Anlamsızlığa dönük kurulan bu bağla,
Sen nasıl baş edebileceksin?

Hey kemikleşmiş!!
Dön de!! etrafına bir bak
Yaşam dedikleri bu düşsel yaratığın
Özünde kara bir leke var!!
Büyük bir acı ve gövdesinde bir yitirinim var..

Yer alan bu tekelde
Senin gibi bir sürü ceset var.
Düşünceleri direk dile getir.
İçten pazarlıklı olma artık bu sahnede..
Evet Antonin dediği gib,
“İçimi kudurtan bir gürültü var “
Ölümle ölümü yenmeye çalışıyorum .
Gün geçtikçe yer alan kemikleri, bir bir incitiyorum..
Daha sonrasında, beni iyice ele geçirmesinler diye!!

Hey sen kemikleşmiş!!
Düşünemeden yaşadığın için korkuların daha mı azdır?
Hepiniz doğrulup kalkıyor, koşmaya başlıyorsunuz..
Yaşanılan vahşetin, şaşkınlığı bile yaşayamadan saklanıyorsunuz

Peki ama nereye??

Kemikleşmişin hücresine..

Kaybolan Derinin Bir Düzlemde Yitirilmesi…

Gerçekleşen salgında yer alan patologlar,
Hemen hemen her aşamasında;
Dokunduğu şeyleri sarsan, bir ölü çağıran gibi
Benzer bir etki bırakan,
Kaybolan derinin öyküsünü anlatırlar….

Şafaktan önce gelen, en sert karanlığın ardında; kızıla boyanmış bir sanrı yığınağında uyandığımda, yatağımın kenarında gecemden kalan alkolü yudumladığımda, tekrar aynı duygu peydahlandı.. bilincimde yer alan yırtığa neden  olan, “bu düşüş zorunludur” sesi yankıladığında ”kaybolan derinin öyküsü” benliğimde tekrar ve tekrar canlanıverdi.. yeni bir astral düşüş daha.. yıkılsın bu boş sığınaklar.. artık yıkılsın bu anlaşılmayan tonlamalar…

Bir önceki gündü sanırım, uzaktaki çayırlara kadar uzanan güzelliklere seyre dalarken, ufak bir acı hissi ile geriye doğru döndüğümde; yanı başımda duran sıçanın, bilincimin en ufak zerresinden kopardığı deri ile karşımda belirdiğinde;  zorunlu kılan bir cinayetin eşiğinde, sıçanı boğazladım..

Deriyi çalan mıydı sıçan? Yoksa!! deriyi sıçana, ben miydim kasıtlı kaptıran?…

Ve  tekrar bir kez daha, cinayetin eşiğindeyken sıkı sıkıya örtülen parmaklarımın, tezat bir şekilde aralanıp, çoktan ölmüş bir sıçanın kaçışına tanık oldum..

Eski bir karakter belirdiğinde, ve ben onu, sıçanın peşine gönderdiğimde, bütün katedral sessizliğe neden olan bu teskin edilmeyen, deriyi incelediğinde; alışagelmeyen bulguların içerisinde deliye döndüğünde; onların yanında olacağım.

Bu kadar heyecan yapma!! sadece onların yanında duracağım… nasıl bir metafizik olgunun içerisine girdiysen, hemen kaç uzaklaş!!!  Varsallığın ince dokunuşları bizim, hiçliklerimizde boğulamazlar… Nitekim biz çoktan yokluğumuzun içinde çırpınıp yok olurken…

Şafak söküp, gecemi linç ettiğinde, o pis sıçan yanım iliştiğinde, tartakladığı derimi kurcularken, bu sefer, usulca, tepesine bini verdim. Doroti çekil bakalım köşeye, sıçanla işim daha var benim. ..

Nedense, fiziksel imgelerin yerini dolduran,  içsel bir hiyografi yer almakta…


Sıçan dı beni kudurtan,
Varlıktı.. beni yozlaştıran,
Düzmece bir oyunu oynatan
İhanetleri ve kadınları başıma salan,
Dinlerden uyarlanmış bir zihniyetle
Sahte bir peygamberi yaratabilmek için…
Yer almakta..

Bir yansıma olsa bile yaşam…
En ücra hücresinde,
Bu nasıl bir tutulma ki;
Bizi bu düzlem durduran?

Hikâyeyi kaçıran delikanlıya atıfta,
Söyleyeceklerim yer almakta.
Bu deriyi, kemiğime mıhlayan,
Duymayan bir sağırın işlevinde, sen!!
Kalabalıkların şiirinden bir parça isterken,
Benim, şiirsel soluğumun eşiğinde,
Bir delinin manifestosunda yayınlanan, salt bir incilikle dokunan ,
Bu der-i kemiği görmüyorsan, ölü bedeni nerden göresin ki??

Bu kaş,
Bu endam,
Ufak tefek ihtiyar…
şu aklı, bu garibana eyleyesin..

Çünkü  deridir bizi gizleyen…
Gizdir bizi,
Aklın ermediği yere sürükleyen…

Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Dışkılama Arayışı – Antonin Artaud

bok kokan yer
varlık kokar.
insan sıçmayabilirde pekala,
anüsündeki oyuğu açmayabilirdi,
ama sıçmayı seçti
yaşarken ölmeye razı gelmektense
yaşamayı seçeceği gibi.
şöyle ki kaka yapmamak için
varolmamayı
kabullenmesi gerekirdi,
ama varlığı yitirmeyi göze alamadı,
yani yaşarken ölmeyi.
insanın özellikle iştahını kabartan bir şey
var
varlıkta
ve bu şeyde tastamam
KAKA
(uğultular.)
Varolmak için kendini olmaya bırakmak yeterlidir,
ama yaşamak için,
biri olmak,
biri olmak içinde
bir KEMİK edinmek lazım gelir,
kemiği göstermekten korkmamak,
ve arada kaybetmek eti.
hep daha çok sevdi eti insan
kemiklerin toprağından.
kemik toprağı ve kemik odunu vardı bir tek,
ve kazanması gerekti etini,
demir ve ateş vardı bir tek
ve yoktu bok
ve insan korktu kaybetmekten bokunu
boku arzuladı daha doğrusu
ve bu uğurda feda etti kanını.
bok, yani et
sahibi olmak için, ve öncesinde bir tek kan
ve kupkuru kemik hurdası varken
ve kazanılacak bir varlık yokken
bir tek yaşamı yitirmek varken
o reche modo
to edire
di za
tau dari
do padera coco
bu noktada geri çekildi insan ve kaçtı.
hayvanlarda yedi onu.
bir tecavüz değildi,
bu müstehcen ziyafete razı geldi.
tad aldı bundan
kendisi de öğrendi
hayvanlık etmeyi
ve sıçanı
incelikle yemeyi.
şu pislik tiksintisi nerden geliyor peki?
dünyanın henüz kurulmamış olmasından mı, yoksa dünya hakkında yanlızca ufacık bir fikri
var da insanın,
bunu sonsuza dek korumak istemesinden mi?
güzel bir günde
insanın
dünya fikrini durdurmuş olmasından.
iki yol vardıönünde:
sınırsız dışarının ki,
boyutsuz içerinin ki.
ve boyutsuz içeriyi seçti.
orayı yapacak tek işin,
şıçanı,
dili,
anüsü
yada çükü
sıkmak olacağı yeri
ve tanrı, tanrının kendisi de hızlandırdı bu tantanayı.
bir varlık mıdır tanrı?
eğer öyleyse, boktur.
öyle değilse eğer,
değildir.
değil de,
tüm yüzleriyle boşluk sanki,
en kusursuz temsili de
sayısız
bir grup ambitinin yürüyüşü.
“Çıldırmışsınız siz Mösyö Artaud, peki ya kilisedeki ayinleri?”
vaftizi ve ayini tanımıyorum.
iç erotik planda
sözde isa’nın
sunaklarının üzerine
inişi kadar tehlikeli
bir insan edimi yoktur.
inanmayacaklar bana
insanların nasıl omuz silktiğini görür gibiyim
burdan
ama isa denen herif
ambiti tanrısının karşısında
bedensiz yaşamaya razı olmuş
biri hepsi bu,
ki o sırada, tanrı uzun zamandır
çivilediğini zannetse de onaları
haçtan inen bir ordu insan
başkaldırdı
demirle,
kanla,
ateş ve kurumuş kemikle zırhlanmış
ilerliyorlar şimdi,
görünmeyene küfürler
yağdırarak
TANRI YARGISINA son vermek için..!

“Antonin Artaud – Tanrı Yargısının İşini Becermek İçin” adlı kitabından
Sel yayıncılık – Çeviri:Esra ÖZDOĞAN

Sürgün-ü İtfah

bu nasıl bir hezayan,
bu nasıl bir tramva,
hasret çekiyor insan,
şarabla aynı tazelikte
sunağa koyulduğu sırada,
içimdeki benin,
bir casus edasıyla..
neden!!
tersinir şekilde davranmakta???
ve yine ..
“hadi ulan!! uyan!!”
eskileşmiş bir deyimle
arşın arşın benliğime
doğru yaptığım yolculukta…
manici mi, manici
bir körpeyi tartaklarken
gerçekliğin tarafında bile!
tahmin edemediğim bir sayıda,
tümceleri kurcaladığımda…
bu nasıl bir gümbürdeme?
yatağımdam nasıl kaltığımı bile bilmiyorum…
sadece biraz,
kesintisiz uyku niyetindeyim..
psikolojik zırvalarını bırakta arkadaş,
sen!!
yaklaş bakalım yanıma biraz!!!
hayat senin için;
artı bir ekseriyette ilerlerken,
bırakta!!
varsallığın
gerçekleşemeyen hücresinde,
yokluğumda
biraz daha,
hiç ziyaret etmemiş gibi,
sürgünde geçireyim…
güçlük çıkaran sarhoşlar,
işyerinde dırlayan amirler,
kuvvetli kocasını kapı dışarı edebilen hatunlar,
zor konuşuyordu,
o konuşurken!!
gizli bir el yordamıyla,
darağacı küçülüyor insanın
böyle bir insana!! nasıl?? güvenebilirim ki??
insan dirimsellik kazansa da,
sürgüne katıltığım kentte,
develere hendek atlatmaktan vaz geçtim..
sizin kendi özeliniz veya özneniz içerisinde sorunlu olupta,
psikolojik zırvalıklarla kapattığınız şey;
sanki ulu ortada!!
benliğinizin kafesin arkasında, düş kırıklığına uğratacağımın farkındayım.
kısa bir süre yerinizden kımıldamayın!!!
Tenezül etmeyip ayaklarını sürüye sürüye uzaklaşın!!
sorunsuzluğunu pekiştiren şey?
gerçekler veya karpit suyuna atılmış bir yaşama sığınmak,
ötesinde başka bir şey değil. başka bir söze gerek yok…
İşte bu yüzdendir ki, sürgüne ithaf ım.
Tek bacaklı ihtiyar,
Ne işim vardı burada?
söylermisin,
develer nasıl kesilir mezbaha da?


Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Karanlığı Yarıladım..


karanlık bir yaşam içerisinde;
“beyaz bir illet” gibi
parıldayan
organik uygarlığın yaktığı ateşin
gün geçtikçe içime sızan lanetiyle;
karanlığın tarafındayım…
tıpkı bir delinin
akıl hastanesinde kullanılmayan umutsuzluğunun,
ironisinde ortaya çıkan
kendi imgelerimin peşinde,
sayıklayan bir düşün ölümü eşiğinde
karanlığı yarıladım…
bir göz aydınlanmanın,
ve bir söz,
ve ben.. yine
karanlıkta yastayım..
sıradan bir delinin öyküsünde
yer alan, kudurganlığı içerisinde
sözden bağımsız olan bu
somut dilin
hoyratça!!
aydınlanmanın işini becerirken;
bu direniş, soluğumun ta kendisi…
soluk alışta, azalır gider
ve
yarıda kesilmiş bir karanlığın içerisinde
karanlığı yarıladım..
belleğimdeki bu sesli yırtılma düşüncesiyle…

Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Kurşun Asker

İki kuruşluk can pazarında,
kulak kabartılan yaşamlar,
ve
Arasına sıkıştırılan yokluklar; akıl almaz bir katliam!!
bir biri ardında tazelenirken..
Saki’nin titrek parmakları arasında akan ,
pınarın serinliğinde;
şizofren bir hastalık gb,
gün geçtikçe içime sızan,
ağır bir sarhoşluğun etkisinde
kurcalanırken..
Boşuna mıydı?
Kurşun askerin, prensesi !!
tüm sakatlığına rağmen kurtarabilmesi…
Zincirlenmiş, bir difizyonun halesinde,
absorbe edilemeyen,
sahte bir masalın;
son bir parça daha..
bizi kemirmesine izin verirebilirken..
Karnavalda tezat bir şekilde yer alan,
hüzünlü bir müziğe kaptırıp,
bütün bu tasarlanan eğlencenin içerisinde
kurşun askerin cesedinin;
çöreklenmiş, bir gecemizi daha,
al aşağı etmemize yardımcı olurken..

Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

SıFıR nOKTaSı – I

Gönüllü uykuyu, kabuslar bozarmış… irasyonel bir yaşamı ise; gerçeklik bozarmış….

ImGeSel SkeçLeR – II


- Ne münasebet canım. Bütün mezarlıklar senin olsun!!!”. Petruşka geriye dönerek.
- Neden bunu daha önce söylemediniz, niçin bana boşuna zaman kaybettirdiniz..
- Fark etmez, benimle gel kıyametimin damlayan musluğu..
- Söyledim ya!! Haydut Karı … halkın anlamadığı estetçi zihinlerimizle, geçerli bir ceset bulmak lazım… Bu arada “Hangi ölüm götürdü seni? Meyhanede mi öldün, yolun ortasında uyurken, araba mı geçti, yoksa üzerinden?

ImGeSel SkeçLeR – I

 İki gün öncesinde bara gittiğimde, dostumla beraber tekilayı kafama diklediğ…imde.. İçimdeki kurtçuğun çırpınmasıyla, iki taraf için geçerli olan işgalin; yavaş yavaş sökün etmesiyle, pek çok esef, yerle bir edilmişti…
-Acaba ikiye bölemez miyim?? Tanrım bu ne biçim ceza!!! bu uyuz kurtçuk, dolaşır ortalıkta…
–Sen de!! ne ileri-geri söyleniyorsun? Şeytanlar şişleyecek seni göreceksin. Ne çene varmış be! Yaklaş bakalım yanıma..
Gizli bir el yordamıyla; ağızdan mideye uzanan yolculukta, sinsice saklanmış kurtçuk, hemen yakalanır oracıkta… ileriye dönük istemsiz yolculuğunda; açtığı içsel tahribatların beraberinde, her yer kan revan içinde..
Kan revan içinde, yaslanıyorum arkama ve dostum bu sefer kıvranmakta.. aynı işlemleri, ben bu sefer gerçekleştiriyorum. Dudaklarımız arasında kıvranan alkollü bardaklarımız, kırmızıya bulanmış bir şekilde, biz yenilerini söylemeye koyulmuşken..
-Aldığımız bilgi yanlış!!
–Beni şaşırtıyorsun.. ve Neden gülüyorsun? (ufak bir tebessüm peydahlarcasına, karşılık verdi dostum)
-Sen onlarla konuştun.. Seni duydum..
–O zaman??
-Kavrayışları demir gibiydi, ama sandığımızdan güçlü değillerdi ve sen arkasından onlarla konuşup, ehlileştirdin…
–Onlarla konuştuğumda, yarattıkları sanrısalların ardında; midemin bir an büzülüp, minicik olduğunu hissettim. Ve sonrasında söylediğim tehtidin arkasından; “Bitkin düşeriz, açlıktan ölürüz” dediler. Umursamadım ve her zamanki gibi benzersiz bir ölümü bağışladım..
-Lanet olsun! Bu inanç meselesi değil, hakettikleri daha fazla.. Çıkının gizini ele geçirmek için, kendisine başka bir vücutta, beslenme ihtiyacı duyuyorlar…
–En azından daha öldüremediler bizi.. Yanlız bir tek heceye indirgenmiş derece yokluklarına sürüklendiler..
-Haklısın.. her şeyi geride bırakıp bir arjantin söyleyebiliriz. Ne de olsa kadınlarımızı yanlarımızdan uzaklaştırıp, sessizliğin elimizden gitmesini engelleyebildik..
– Sokak ortasında, kendilerini hiç bir şekilde rahatsız etmeyen, bir mustarip yakınlığında, seyrek yıllara giden; bir dostluğun sıcaklığında…

Toplumlar.. – Elias Cannetti

İnsanların diledikleri gibi yaşlanıp genç kalabildiği ve bunun nöbetleşe gerçekleştiği bir toplum. İnsanların ayakta dikilerek sokak ortasında, kendilerini hiçbirşey rahatsız etmeksizin uyuyabildiği bir toplum.
Tek bir gözün var olduğu ve bu gözün durmadan devriye gezdiği bir toplum. Herkes aynı işi görmek istiyor, herkez görüyor gözü..

Her insanın resminin yapıldığı ve kendi resmine tapındığı bir toplum.
İnsanların ansızın gözden kaybolduğu, gözden kaybolanların ölüp, ölmediklerinin bilinmediği, ölüm denen şeyin var olmadığı , ölüm için bir sözcüğün bulunmadığı ve herkesin ilgili durumdan memnun yaşadığı bir toplum.
İnsanların tıkanmak yerine güldüğü bir toplum.

İkiden fazla kişinin bir araya gelemediği, bunun dışında bir davranışa akıl erdirelemediğive katlanılmadığı, bir üçüncü kişi yanlarına yakınlıştığındaiki kişinin içleri tiksintiyle dolup taşarak birbirinden ayrılıp gittiği bir toplum.
Herkesin belli bir hayvana konuşmasını öğrettiği ve bundan böyle kendi yerine hayvanı konuşturup, kendisinin sustuğu bir toplum.

Salt yaşlıların oluşturduğu ve yaşlıların körü körüne yalnız kendileri gibi yaşlı insanları dünyaya getirdiği bir toplum.

Dışkı denen şeyin yer almadığı , dışkının vücutta çözülüp dağıldığı, suçluluk duygusundan uzak gülümseyen ve tıkınan insanların yaşadığı bir toplum.

İyilerin pis pis koktuğu, dolayısıyla kimsenin yanlarına sokulmadığı, ama uzaktan uzağa kendilerine hayranlık duyduğu bir toplum.

Kimsenin tek başına ölmediği, binlerce insanın kendiliğinden bir araya toplandığı ve herkesin önünde idam edilmediği ve bunun ilgililerce bir şölen olarak algılandığı bir toplum.

Herkesin yalnızca karşı cinsten kişlerle konuşabildiği, erkeğin erkek, kadının kadınlabunu yapamadığı ya da ancak başkaların cellat olarak çalıştırıldığı bir toplum.

İnsanların yılda ancak bir kez soluma işini yaptığı bir toplum.

*
***
Ya herkes yanlış bir şeye inanıyorsa? Yada inandığı şeyin tam tersinin gerçekleşmesine neden oluyorsa?
O yobazlık taşan inançlarıyla binler ve binlerce kişiyiyobazlığın kucağına atan insanlığa baksanıza! Bir yanda Hristiyanlığın sevgi inancı, bir yanda o engizisyon! Almanların bin yıl süren imparatorluklarının kurucusu !
Almanların geçirdikleri sarsıntı! Azteklerin İspanyol kılığındaki beyaz Mesih’leri! Yahudilerin seçilmiş bir kavim olarak öteki uluslardan soyutlaması ve ilgil soyutlamanın onlara gaz odalarında soluğu aldırışı! İlerleme denen şeye duyulan inanç: Bu ilerlemenin atom bombasında dört başı mamur bir düzeye ulaşması!
Öyleki, adeta her inanç kendi lanetini kendi içinde taşımaktadır. İnanç bilmecesini çözebilmek için acaba buradan mı yola koyulmak gerekiyor?…
*
***
Tanrı’nın kendisine imrenmeden duramayacağı kadar iyi bir insanı kafada tasarlamak.


Elias Cannetti’nin “Marakeş’te Sesler” adlı kitabından

Mesele şu ki.. – Antonin Artaud

Bize ağır gelen
biliyor olmak
bu dünyanın düzeninden sonra
bir başkasının olduğunu.
Ne düzeni?
Bundan haberimiz yok.
Bu alandaki olası varsayımların sayısı ve basamağı
tam olarak
sonsuz!
Sonsuz nedir peki?
işin doğrusu bundan da haberimiz yok!
Bilincimizin
ölçüsüz,
durak bilmez ve ölçüsüz
olasılığa
açılımını
belirtmek için
kullandığımız
sözcük bu.
Bilinç tam olarak nedir peki?
İşin doğrusu bunu bilmiyoruz.
Boşluk.
Bilmediğimiz bir şey olduğunda
neresini bilemediğimizi
belirtmek için
kullandığımız
bir boşluk,
bu durumda
bilinçten söz ediyoruz işte,
bilinçtir bu da
daha yüz binlerce farklı yüzü var ama.
Eeen’olmuş yani?
Görünen o ki bilinç
içimizde
cinsel arzuya
ve açlığa
bağlanıyor;
ama bunlarla
ilgisi olmayabilirdi
pekala.
Öyle deniyor
denebilir,
bilinç
bir iştahtır
diyenler var;
ve birden bire
yaşama iştahının yanında
beslenme iştahı
geliyor akla
birdenbire;
iştaha benzer hiç birşey duymadan yemiş;
ve aç kalmış
insanlar olmamış sanki,
Çünkü bu da
var
iştahsızken
aç kalmak;
ee nedir mesele?
Şöyle ki;
günün birinde bana da verildi
olasılığın uzamından,
salacağım
koca bir osuruk gibi arkamdan;
ama ne uzamdan
ne de olasılıktan
haberim vardı tam,
ve düşünme gereği duymuyordum bunları,
var olan
yada olmayan
şeyleri tanımlamak için uydurulmuş
sözcüklerdi her biri,
fikri ortadan kaldırma
ihtiyacı vardı
sıkboğaz edenivediliği vardı bunun
fikri ve onun efsanesini yok etmek vardı,
ve onun yerine oturmak
gürleyen çıkışını
patlamaya hazır şu zorunluluğun:
iç gecemin bedenini büyütmek,
iç boşluğın
ben’imin
gece o,
boşluk,
eblehlik,
patlamaya hazır bir kesinleme üstelik,
yer verilecek
birşey var:
bedenim.
gerçekten de
şu kokuşmuş gazamıindirgemeli onu,
bedenimi?
bir bedenim olduğunu
çünkü
kendi içimde oluşan
kokuşmuş bir gazım olduğunumu söylemeli?
ne bileyim
ama biliyorum ki
uzam,
zaman,
boyut,
oluş,
gelecek,
ilerisi,
varlık,
varolmayış,
ben,
ben olmayan,
hiçbir şey ifade etmiyorlar bana;
ama bir şey var
birşey ifade eden,
tek bir şey
bir şey olan
ve hangi kapıya
ÇIKACAĞINI
hisettiğim:
bedenimdeki
ıstırabın
varlığı,
kendi
bedenimin
tedhikar
hiç yıldırmayan
varlığı;
sorularla sıkboğaz edildikçe
ve görmezden geşdikçe tüm soruları,
hayır demeye
mecbur kaldığım
bir an geliyor,
HAYIR
diyorum bende,
görmezden gelmek yok diyorum;
ve dedim ya,
sıkboğaz edildiğimde geliyor o an,
suyumu çıkardıklarında
içimdeki
besleyici madde
beni besleyen madde
ve onun özü,
yok olana dek
sağdıklarında beni,
ne mi kalıyor geri?
soluğum kesilmiş oluyor;
bir eylem midirbu bilmem
ama öyle
soru boşluğa düşene
yokluğa karışana dek
sıkboğaz edilincesorularla
beden ve
bir beden olma fikri
boğulana dek
içimde
sıkboğaz ettiler beni,
işte o vakit fark ettim müstehceni
ve osurdum
şapşallıktan
ve aşırılıktan
ve boğulmanın
isyanından.
çünkü sıkboğaz ediyorlardı beni
bedenineinene dek
bedene varana dek
,
ve o an işte
bıraktım herşey patlasın
çünkü benim bedenime
asla istemem birileri bulaşsın….

Antonin Artaud’un “Tanrı Yargısının işini Becermek İçin” adlı kitabından

Arturo Bandini’den sağlam pazarlık ((:

“Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche’yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen Tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin.”


Arturo Bandini

Harbiden de Yeni Bir Metin…

Gri bir gecelik üstünde ve senin gölgen yerli yerinde.. ufak bir karartı ve ben griyi al-aşağı ettiğinde ve karanlıkla seviştiğimde… yük olmayacaksa! Ödlek bir dilin, ağızda gezinemediği bir derecede.. sen!! birazda olsa hissettiklerini söyleyebilecek misin?

 Sabahın vereceği vahşilikle; kemikleşmiş bir isteksizle, ve sen, nasıl? Baş edeceksin!!yitirinimler değil mi? Yitir yitirebildiğin kadar…. melodilerin tinsel bir varlığa dönüşüp, yok olacağını anın ötesine denk, sen nasıl devam edebileceksin?? ve vahşetin, senin üzerinde görsel ve sözlü bir şekilde ilerlediğinde; sen nasıl kurutulabileceksin?? yitir… yitir.. birbiri arıdında tekrar soluklaşacağı ana denk..

 tortuların saklandığı,
lanetlenmiş bir hüzünde,
canavarca bir soyutlama ile,
kalıpların bile üstesinden gelemeyecek,
ölmüş bir ozanın diliyle,
sen nasıl?
Tek bir sözcükle..
kudretli bir impatarotlukta bulunabileceksin…

 Yeni gerçekleşen astral bir düşüş eşiğinde; bütün tümcelerin, öznelerin, nesneleri yerle bir ettiğinde, gecenin verdiği bütün sadomazoşistlikle; didik dikik edilen bir kumaşı, organik bi sindirme kaygısı olmadan.. nasıl dokuyabileceksin…?

 Kovuklarında dır, belki de! gelmemiş olabiliriler, sakın ola kışt kışt deme!!! ürkütürsün vak vakları ve namı değer kemal i… canavarın mizahsal çözümlemesiyle… akabinde biraz pişman olupta, yarattığın mizahsalın içerisinde; kendi cenazeni yolcularken; içindeki canavar seni bir bir tartaklarken; hayatın en büyük tokadı yiyip sendelenirsin., farkında bile olmazsın!! .. ölüm bile yersiz kalır, deliliğin son zerresinde…

Cimcimeye Dair…

Geçmişten bazı sahneler gözümün önünde belirdiğinde ve cimcime yanıma iliştiğinde; mimari bir güzelliğe tutunduğum, içsel bir gerçeklikte kabuğumu sıyırıp atabildim.
 Gözlerim, onun gözlerine kenetlendiğinde, tıpkı bir müziğin yarattığı; görünmeyen gizli bir Tin’le, bütün duyguların omuzlandığı yerde, o karmaşıklığın içerisinde, onu ayrı bir yere gizledim..

 Belkide, deliliğime neden olan; melankolinin, hatta ötesinde depresifliğin verdiği hissteriğin bağlı kuvvetlerin çözülmesiyle; farklı bir şekilde sendelendim. “Hani diyorum”, bilinç altımdan gelen seslerin eşliğinde, erkek olmasaydım ve bir hayvana ait soykırım izlerini taşımasaydım. Sadece ve sadece; hayat denen bir güce, savunmasız ben. gebe kalmışken, içimdeki cimcimeyi bu dünyaya getirebilir miydim? Nice aşkların, nice tutkuların bir bir sırtıma kamcılandığı bir yerde bile; ben onu, nasıl bu dünyaya getirebilirdim!

 Yaşamın pençesine düştüğünü henüz bilmeyen cimcime; bütün acılara ait kapıları kapatma histeriğini bilmeden, salt bir güzellikle tekrar gözlerimin önünde belirdiğinde; bir çok kişi gibi, yaşamı bir düşten ibaret olduğuna inandırmak geliyor içimden. Ne kadar cimcime nin verdiği o yoğun histerikte bile, içimdekileri linç etmekten geri kalamıyorum..

 Çünkü gerçekte; yaşam, bir düşüştten ibarettir…. haykırışların sessizce oynandığı karanlık bir trajenin iz düşümünden beslenmektedir.

 Her ne kadar cimcime gibi güzelliklerin dünya ya getirilmesine, kirletilmesine karşı bile olsamda;
 Nasıl ki düşlerimiz kıvrımlı yollarda yol alırken; düşlere etkiyen sıcaklığın kaynağından, uyumlu ve yansıtılmış bir şekilde; bir çatışmada parçalanmış istencinizi tamir edilebiliyorsa. O değin bir şekilde, bir cimcimenin verdiği histerikle.. bir düşün içerisindeki, kısa süreli bir tadilata kavuşuyorum. Bir cimcimenin verdiği büyük histerikle..

  Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Bir düş Saldırdı vahşilikle..

 

Akşam karnavalda bize sundukları şamatanın içerisinde; uzakta yer alan sevgili dostun  izinde,  eski bir veledi zinayı tartakladım.. Kökünden kazıyan bir histerikle…

Saat 9 sularında yatağımdan kalktığımda;
bir ceset yatıyordu oracıkta..
bir göz, aydınlanmanın..
bir söz,
karanlıkta..
ve ben!!
Yastayım…

Herhangi bir dekor, veyahut ta gerçeğin yeniden yaratıldığı bir dünyada; sessiz bir oyun yankılanır kulağımda..  ve perde iner, gözlerim kör olduğunda…. Herhangi bir dramayı felsefesel olarak çözümlemek imkânsızdır. Ve bu yüzden gerçeklerini geride bırak, duyguların arkasında bir bir hadım edilirken… Problem anlaşılabilir olmamak değil, problem bir fişeğin çıtırdayışıyla; düşlerle özdeştiğinde, yarım yamalak kaldığında; haykıramamaktan ibaret.
Hizmetçi başımdaydı, ve…ben … uyanırken….

-         Kont iyimsiniz, doktoru çağıra yayım mı?
-         Yok iyiyim, bir an kendimden geçtim sanırım. Ayağa kalkmama yardım et!!
-         Kontes’e haber vermemi ister misiniz?
-         Yok haber verme sadece birazdan yanlarında olacağımı ilet.

Lavaboya doğru ilerledim. Nasıl? güçlü bir sanrı ardında, tartaklanabilmiştim.. en son hatırladığım ince uzun koridorda ilerlediğim.. rastlantısal bir gerçeklikle ve ben aynanın karşısındayım.. Aynadaki bendim ama aynı zamanda değildim bu kadar kısa zamanda insan kendine bu kadar yabancılaşabilir mi? o an üstümdeki ölü deriyi sıyırıp tekrar yaşama dönmek istedim. bir an tırnaklarımı etime geçirdiğimi, canımın yandığını hissedebildim…

Sundurmanın altında eşim, bütün aristokratlar,  bir küpece sığmayan karakterler yer aldığında, büyük bir mide bulantısı ve , ben yanlarındaydım…

Matmazel Margaret, nehrin kıyısında gerçekleşen, bir cinayetten söz ediyordu.. Doroti adındaki bir çocuk, acımasızca kurban edilmişti ve onlar her zamanki gibi; doğal bir şeymiş gibi bahsediyorlardı..  Derken bu hüzünlü atmosferin ardında; sanatsal bir coşkuyla,  serüvenci bir yaklaşımla bilginin ve kültürel bir paradoks un içerisinde, birbirlerini ahkam kesmelerine katlanıverdim… Fazla uzun sürmedi döndüm yatağıma..

Zamanın yitirilmesi ile beraber bir çocuk vardı dar ağacında…
Hüzünler kol geziyordu kanatlarında..
Umutsuzluk yığınlarının ardında, bir ölü vardı oracıkta…
İçimde yaşandı ve bitti, birbiri ardına soluk alıp kıvrandığımda ..

Musallat Olmuş Bir Kurtçuk Dolanır Etrafımda..

Mikserden bile geçiremeyeceğim tümcelerin ardında; geçici mutlulukları , sağlıklı olmayan temelin üstüne koyduğumda ve usulca delip geçen güneş in ardında; uzandığım yatağımda, tavanda gezinen kurtçuğa baka kaldığımda; onunda bana bakmasıyla birazcık sendelendim. * “insan insanın kurdudur” ne de olsa…


Mekanik beyinlerin,
İnorganik yaşantılarıyla,
Her türlü hayvansı histeriğin ardında,
Düzenbazlıkları ile kendilerini gösterebilirler…
Bulutların çevrene değdiği bir anda;
Acımasız bir, kurtçuk dolanır etrafında
Ve  musallat olur, bütün damarlar;
Dışsal bir zardan ibaret ,
Her şey yankılanır..
Taka tuka….

Bilinçsiz Benliğinden Gelen Kırılmalar

Van Gogh (Toplumun İntihar Ettirdiği) – Antonin Artaud

“Van Gogh’un akıl sağlığından söz edilebilir, o ki, hayatı boyunca sadece bir elini pişirmiş ve bundan başka da bir kez sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir. Her gün, yeşil bir salçada pişirilmiş vajina ya da ana rahminden çıktığında toplanmış kırbaçlanıp azdırılan yeni doğmuş bebek organı yenilen bir dünyada…
Ve bu bir imge değildir ama bütün yeryüzü boyunca sık sık ve güncel olarak tekrarlanan ve desteklenen bir olgudur.

Böylelikle, bu açıklama ne kadar çılgınca görünürse görünsün, şimdiki hayat eski adilik, anarşi, düzensizlik, sayıklama, bozukluk, kronik delilik, burjuva durgunluk, ruhsal çarpıklık (çünkü insan değil de dünya bir anormal olmuştur),istenmiş namussuzluk ve çarpıcı yalancı sofuluk, soylu her şeyin pis aşağılanması, bütünüyle, ilkel bir haksızlığın gerçekleşmesi üstüne kurulu bir düzenin talebi, sonunda örgütlü cinayet atmosferi içinde kendini korumaktadır.”

“Ve işte zavallı Van Gogh iffetli olduğu düzlem budur, bir meleğin ya da bir bakirenin olamayacağı kadar iffetli…

Çünkü asıl onlardır kışkırtan ve başlangıçta besleyen, büyük makinesi günahın. Beklide zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları, Van Gogh’un her çeşit günahtan arınmış vücudu,delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir. Ve ben Katolik günaha inanmıyorum ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dahileri, tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır, ya da o zaman sahici deli değildir.
Ve nedir sahici bir deli?

İnsan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.

Böylece, toplum, kurtulmak yada kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.
Çünkü bir deli , toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da…”

Antonin Artaud, Van Gogh adlı kitabında dile getirdiği, karmaşık üslubuyla; topluma karşı olan; protestosunun izleri…

Emil Michel Cioran / Çürümenin Kitabı

“Aslında her fikir yansızdır ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş inanca dönüştürülmüş fikir zaman içindeki yerini alır bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur… İdeolojiler doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.

İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih bir Sahte Mutlaklar Geçidi’nden bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden uzaklaştığında bile insan dine tâbi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu ihtiyacı mitoloji ihtiyacı apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi başkalarını da onu sevmeye zorlar buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır.


Hiçbir hoşgörüsüzlük ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki şevkin hayvanî temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesi’ni bir yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele fikrini tanrıya dönüştürsün: Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür: Akıl Tanrıçası’nın ulus sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar Engizisyon’un ya da Reform’un-kilerle akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine yoktur: Azize Tereza ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi Luther de köylü katliamlarıyla… Mistik krizlerde kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir… Darağaçları zındanlar hücreler ancak bir imanın gölgesinde çoğalır – ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır.

Neronlar’a Tiberiuslar’a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiç de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakikî katiller dinî veya siyasî düzeyde bir ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır.

Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince kan akar… Kesin kararların altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu kanaatlerinin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği –bütün faziletlerinden daha soylu zaafları– alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için mahvolduğu bir yola tarihe o densiz sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın Prometheus’vâri megalomanisindedir… Orada kesinlikler çoktur: Bunları kaldırın özellikle de sonuçlarını kaldırın: Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar –insana işgörür olma peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur– o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır boyun eğdirir; onları ezer ya da taşkınlaştırır… Bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler) çünkü hiçbir şey önermezler çünkü –insanlığın hakikî velinimetleri olan onlar– tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir Pyrrhon’un(*) yanında kendimi bir Aziz Paulus’un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle… Ateşli bir ruhta kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz… İster sema adına ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satiridir onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri – maymunların kullanımına yönelik metafizik… Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline gelme isteği her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık ya da kişinin kendi istediği bir lânet gibi etki eder. Toplum – bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes’in elinde lambasıyla aradığı ilgisiz biriydi…

Birisinin idealden gelecekten felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini emin bir ses tonuyla “biz” dediğini “diğerleri”ni andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar büyük cellatlar kadar nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerine getirenin “saflar” olması olayı daha da ürkütücü hale getirir. Kurnazlara düzenbazlara zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne de art düşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin işkence ettiği ve “idealistler”in batırdığı halkları kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. Zira hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan ileri gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı eski Sofistler’in çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; – bir de yolsuzluk dersleri…

Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da tiran veya şehit de olsa bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı güç iştahını azaltmak şöyle dursun onu azdırır; zihin de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur… Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının; şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih’in hayalini kurar…”

(*) Kuşkuculuk okulunun M.Ö. 365-275 yıllarında yaşamış olan kurucusu.